Siz hiç zaman tüneline girmiş gibi hissettiniz mi? Geçmişte acı tatlı hatıralar arasında dolaştığınız oldu mu hiç?  Babam Kâmil Ocak ve kendimle ilgili benden bir yazı istendiğinden beri ben bu durumdayım… Geçmiş gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor. Bazan gülüyorum, bazen de gözümden akan yaşlara hâkim olamıyorum.

Önce kendimden başlayayım.  Babamın elli beş yıllık kısa ömründe yaptıklarının yanında benim ömrüne sığanlar denizde kum gibi kalıyor. Neyse…

Gaziantep’te 1949 yılında doğdum. Gaziantep’in eski ve köklü ailelerinden Ocak ailesine mensubum. Annem Mübeccel, babam Kâmil Ocak. Ocak ailesi yazılı tarihleri 1500’lü yıllara kadar giden, Gaziantep’in sosyal, kültürel ve idare hayatında söz sahibi olan bir ailedir. Mevlevî kökenlidir. 

Hikâyesi de şöyle: Padişah IV. Murat Bağdat seferine çıkıyor, Antep’te askerini dinlendirmek için mola veriyor. O zaman Antep, Halep’e bağlı bir kasaba. Türkmen Beyi Mustafa Ağa mütesellim (kaymakam) olarak padişahı karşılıyor, ağırlıyor; Mustafa Ağa’nın kardeşi Şeyh Şaban Dede şehrin manevi liderlerinden, kanaat önderlerinden. Padişahın moralini yükseltecek tavsiyelerde bulunuyor, Bağdat’ın fethini müjdeliyor. Padişah Bağdat Seferi dönüşü Şeyh Şaban Dede’ye “Dile benden ne dilersen” diyor.  Şeyh Şaban Dede aile olarak Türkmen olduklarını, Konya’dan, Mevlevîhane’den geldiklerini, oğlu Mehmet Dede’nin de Mevlevî Şeyhi olduğunu, buradaki tekkenin onlara küçük geldiğini, yeni bir yer tahsis edilmesinin buyurulmasını diliyor. Padişah şimdiki Mevlevîhane’nin bulunduğu yeri 1638 yılında hibe ediyor. Bugün Arasa’da bulunan o arazide Mevlevîhane, dervişlerin yaşayacağı odalar, semahane, şeyhin evi, mutfak ve diğer kısımlar yapılıyor. Şeyh Şaban Dede, oğlu Şeyh Mehmet Dede’yi yetkili kılıyor; Konya Mevlevîhanesi ile de bir anlaşma yapıyor. Şeyh Şaban Dede, postnişin olacak şeyhlerin kendi soyundan gelmesini, Konya’nın şeyh göndererek müdahale etmemesini istiyor. Rakka’daki Mevlevîhane ise buranın kendi kontrolünde olması için ısrar ediyor. Padişah fermanı çıkartılarak bu isteğe mâni olunuyor. (Bu ferman bendedir.) İşte Ocak ailesi Şeyh Şaban Dede ve oğlu Şeyh Mehmet Dede’nin soyundan gelmektedir. 

Bundan sonra geçen süreçte daima ailenin en büyük oğlu postnişin olmuş ve her devirde şehrin idaresinde, sosyal ve kültürel hayatında yol gösterici konumda bulunmuşlardır. En son tekke şeyhi dedem, babamın babası Şeyh Mustafa Efendi’ydi. Birkaç yıl önce IV. Murat ile ilgili bir TV dizisi hazırlandığında diziyi yapanlarla temas kurdum ve bu tarihi gerçeğin de diziye dâhil edilmesinin iyi olacağını söyledim… Ancak hazırlıkların çok önceden yapıldığını söylediler ve çok da üzüldüler.

Şeyh Mustafa Efendi 1900-1918 yıllarında Antep Belediye Başkanı olarak hizmet vermiş, Antep Harbi sırasında cephe gerisinde Heyet-i İslamiye ve Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinde aktif olarak çalışmış, bir ara bu cemiyetlerin başkanlık görevlerinde bulunmuştur. Şehrin her tarafı Fransızlar tarafından sarıldığından açlık baş göstermiş, Şeyh Mustafa Efendi tekkenin sahip olduğu gıda ve erzağı düzenli olarak halka dağıtmış, evsiz kalanları Mevlevîhane’de barındırmıştır. Sahip olduğu köyünde çeteleri Fransızlardan saklamış, onlara, Halep Mevlevîhanesi kanalıyla temin ettiği silah ve mühimmatı vermiş, gıda yardımı yapmıştır. Arkadaşlarıyla birlikte, Atatürk’ün emriyle de Antep’e harbi koordine etmeye gelen Kılıç Ali’yle çalışarak Antep müdafaasında etkin rol oynamıştır. Antep Harbi’nden sonra Fevzi Çakmak Antep’e gelmiş, Atatürk’ün teşekkürlerini iletmiş, tekkede ağırlanmış, ayrılırken de köstekli saatini hatıra olarak bırakmıştır.

Şeyh Mustafa Efendi son derece iyi idareci, aydın, ileri görüşlüymüş. Ulaşımın çok zor olduğu zamanda çocuklarını lisan öğrenmeleri için İstanbul’a, İzmir’e göndermiş. Ali amcam İzmir Amerikan Kolejine, babam İstanbul Robert Koleje, Celal amcam da İstanbul Vefa Lisesine gitmişler, hepsine de tembih etmiş, “Okulu bitirmeden gelmek yok. Ayrıca okul bitince doğduğunuz büyüdüğünüz şehre gelip buranın halkına hizmet edeceksiniz”. Ancak çocuklarının okulları bitirdiklerini görememiş, 1929 yılında vefat etmiş. Tekke, zaviye ve türbelerin 1925 yılına kapatılmasından sonra Şeyh Mustafa Efendi Cumhuriyet’e küsmemiş, çocuklarına Cumhuriyet düşmanlığını telkin etmemiş, bilakis her ortamda Cumhuriyet’i savunmuştur. Çocuklarına hep “Atatürk’ü yalnız bırakmayın, Cumhuriyet ve kazanımlarına sahip çıkın” öğüdünde bulunmuştur. Nitekim oğulları Ali ve Kâmil beyler Gaziantep milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisinde görev yaptılar.

Tekke ve zaviyelerin kapatılması hakkındaki kanunun yürürlüğe girmesinden sonra tekke ve müştemilatı Vakıflar Genel Müdürlüğüne devredildi. Semahane kısmı camiye çevrildi. Tekke binası uzunca bir süre ilkokul oldu, bir ara Şahinbey Müftülüğü orada faaliyet gösterdi. Öteden beri Mevlevîhane’nin müze olmasını isterdim, hayal ederdim. Bu istek bende sabit fikir haline geldi adeta. Aile büyüklerinden müzeye konulmak üzere hatıra objeleri toplamaya başladım. Yapılan her olumlu, faydalı işte olduğu gibi benim de önüme akıl almaz engeller çıktı. O zamanki Belediye Başkanı Asım Güzelbey’in gayretleriyle Gaziantep Mevlevîhanesi Müzesi 2007 yılında şehre kazandırıldı. Kendisine her zaman müteşekkirim. Müze, şehrin turistik haritasına girdi; çok ziyaret edilen bir müze haline geldi. Müzede bölgeye ait halılar, elyazması Kuranlar, eski saatler, hat sanatından örnekler sergileniyor. Elimizdeki aile yadigârları “Ocak Ailesi Vakfiyesi” olarak ayrı bir odada sergilenmektedir.

Benden de bir şeyler söyleyeyim. Suburcu ile Gaziler Caddesi’nin arasında Çengel Çıkmazı’nda otururduk. Çok büyük odaları ve bahçesi olan eski bir Antep eviydi burası. Çok güzel, oymalı, figürlü mermer bir havuzu olduğunu hatırlıyorum. Birkaç yıl önce oraları ziyaret ettiğimde evin ve havuzun tamamen yıkılmış olduğunu üzülerek gördüm. Dört kardeşiz; ben, Fevzi, Nezihe, Osman. Maalesef Fevzi acısını ve üzüntüsünü bizlere bırakarak sonsuzluğa göçtü. Çok gençti, elli beş yaşındaydı. Osman ve Nezihe çok şükür iyiler. Birer oğulları var, Cem ve Yiğit. Fevzi’nin de bir oğlu var, büyük babasının adını taşıyor: Kâmil. Benim bir kızım var: Simge.

Çok güzel, huzurlu ve güven içinde çocukluk geçirdik. Anne ve babamızın hayatlarının merkezinde dört çocuk vardık. Ocak ailesinin merkezinde de ailenin bütün çocukları vardı. Aile bağları çok kuvvetliydi. İyi günde de kötü günde de hep beraberlerdi. Anne ve babamız bizi mutlaka her bayram büyüklerin ellerini öpmeye götürürlerdi. Yeni elbiseler, ayakkabılar giyilir, bütün aile büyükleri dolaşılırdı. En çok da “bayram harçlığı” hoşumuza giderdi. Gaziantep o zamanlar nispeten küçük bir şehirdi, henüz göç almamıştı. Herkes birbirini tanır, saygı gösterirdi. Acı günler, ölümler, cenazeler, düğünler, sevinçli günler paylaşılır, herkes bir araya toplanırdı. Zaten ailelerin çoğu bir şekilde birbirleriyle akrabaydı. Koca şehirde sanki büyük bir aile varmış gibiydi. Güzel bir dayanışma vardı, yardımlaşma vardı; kimse kimsenin kusurunu aramaz, ortaya çıkarmaya çalışmazdı. Saf, temiz, iyi niyetli günlerdi.

İlkokula Dayı Ahmet Ağa İlkokulunda başladım. Öğretmenimiz Perihan Özmen idi. İlkokul üçüncü sınıftayken Bahçelievler’e taşındık. Akyol İlkokuluna devam ettim, oradan mezun oldum. Öğretmenim Gaziantep’te çok sevilen Leman Ural idi. İlkokul arkadaşlarımla hâlâ görüşürüz. İlkokulun ilk yıllarında hep üzüldüğümü, ağladığımı hatırlıyorum, adım yüzünden. Onun da hikâyesi şöyle: Ben doğduğumda babam çok sevinmiş, “Hem kızım oldu hem de anamın adını kızıma koyarım.” demiş. Arasa’da kurbanlar kestirmiş, çevre insanlarına dağıtmış. Adım böylece “ŞAKİRE” olmuş, babaannemin adı. Ben bu ismi hiç sevmedim. Kendimle bütünleştiremedim. “Şakire” diye seslendikleri zaman hıçkıra hıçkıra ağlardım. Kendimi yerlere atar tepinirdim. İlkokula başladım. Tabii her gün yoklama yapılıyor, “Şakire Ocak” denince hemen sıranın altına girer, kendimden geçinceye kadar ağlardım… Bu yüzden içine kapanık, mutsuz bir çocuk olmuştum. Zavallı babaannem benimle beraber ağlardı, “Oğlum bunlar genç nesil, yeni nesil, taze fidanlar, ısrar etme.” derdi. Evimizde emektar bir Şakire bacımız vardı. Kısa boylu, şişmanca bir kadındı. Sanki yuvarlana yuvarlana yürüyor gibi gelirdi bana. Hamamböceğine benzetirdim. Kapıdan içeriye girince çığlığı basardı “Ben de mi böyle olacağım” diye. Bir gün… iki gün… üç gün derken öğretmen babamı okula çağırdı, pencerenin arkasından gizlice neler yaşadığımı babama gösterdi. “Bu çocuk bu isimle çok mutsuz, çaresine bakın Kâmil Bey.” dedi. Babam belki biraz üzülmüştü herhalde, eve gelince beni kucağına aldı, öptü, saçımı okşadı, “bak” dedi “Anam benim için çok kıymetli, bizde çok emeği var, babam ölünce tek başına altı çocuğu büyüttü, topluma kazandırdı. Annemin isminin sende devam etmesini isterdim, görüyorum ki sen bu ismi sevmedin. Hayata üzgün, mutsuz başlamanı istemem. Canımdan bir parçasın, geleceğimsin, umudumsun. Onun için seninle bir anlaşma yapalım, Şakire göbek adın olsun, ismini sen bul.” Ailede isim bulma telaşı başladı. Herkes isim listesi gönderiyordu. Babam hiçbirini kabul etmedi. “Kendi ismini kendisi bulacak, sorumluluğunu da alacak.” diyordu. Annemin bir arkadaşı vardı, sosyal derneklerde çalışırlardı beraber. Aile dostumuzdu. Gaziantepliler sosyal etkinlikleri dolayısıyla yakından tanırlar, Nüket Ersoy… Çok şık giyinirdi, moda döpiyesler, elbiseler, renkleri uyumlu ayakkabılar, çantalar… Her şeyden önemlisi çok güzel İngilizce konuşurdu. Bayılırdım. İstanbul Arnavutköy Kız Koleji mezunuydu. Babam da Robert Kolej mezunuydu. Ortak tanıdıkları, ahbapları vardı. Sık sık görüşürlerdi. Bizde toplandıklarında, salonun bir köşesine oturur onu seyrederdim. Çok sonraları İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü seçmemde beni etkiledi herhalde, demek ki bilinçaltıma yerleşmiş. “Adım Nüket olsun” dedim, isim kabul edildi. Ancak nüfus memuru isme bir harf daha ilave etmiş, adım ŞAKİRE NUKHET oldu. İsim değişikliğinden sonra mutlu bir çocuk oldum. Küçük olmama rağmen o günler hâlâ hafızamda canlılığını koruyor.

Babam ilkokulu Sarı Mektepte okumuş. Öğretmeni Şakir Sabri Yener’di. İlkokul öğretmeninden çok bahsederdi, ondan çok şey öğrendiğini söylerdi. “Ana babalar yavrularının bedenlerini beslerler büyütürler, öğretmen ise o bedene şekil verir, ruhunu, beynini besler” derdi. İlkokuldan sonra babamı babası Robert Koleje gönderiyor. 11 yaşında bir çocuk, İstanbul uzak, orada tanıdığı bildiği kimse yok. Gidip gelmek zor. Dolayısıyla tatillerde bile Gaziantep-İstanbul arasında gidip gelmek dahi bir mesele. Babam Robert Kolej yıllarında başarılı bir öğrenci oluyor. Robert Kolej, öğrencileri sosyal hayata da hazırlıyor; kızlı erkekli çay partileri, danslar, balolar, piyesler, tiyatro oyunları vs… Babam bu etkinliklerden çok zevk aldıklarını, iyi vakit geçirdiklerini anlatırdı. Spora, en çok da basketbola ilgisi bu zamanlarda başlamış. Robert Kolej Basketbol Takımı’nda oynarken Galatasaray Basketbol Takımı’na alınmış, 1936 yılında okulu bitirinceye kadar bu kulüpte oynamış, takım kaptanlığı yapmış. 1936 yılında Berlin Olimpiyatlarına gitmek üzere Basketbol Millî Takımı’na seçilmiş.

Kâmil Ocak, 1 Ağustos-16 Ağustos 1936 tarihleri arasında düzenlenen Berlin Olimpiyatlarına katılmış. Berlin Olimpiyatlarına 3.632 erkek, 331 kadın olmak üzere toplam 3.963 sporcu katılmış, 19 spor dalında yarışılmış. Başta Amerika olmak üzere birçok ülke, olimpiyatlara ev sahipliği yapan Alman hükumetinin ırkçı politikaları yüzünden olimpiyatları boykot etme kararı almışlar ancak daha sonra bu fikirlerinden vazgeçip oyunlara katılmışlar. Berlin Olimpiyatlarının açılışını Hitler yapmış. Bu olimpiyatlarda babamı en çok etkileyen şey Hitler’in önünden geçerken yaptıkları Nazi selamı olmuş. Üzüntüyle anlatırdı, böyle bir selam vermek zorunda kaldıkları için. Üst düzey iki Nazi generali, onları nasıl selam verecekleri konusunda saatlerce eğitmişler, “Sol el sağ göğüste, sağ el biraz yana açılmış, dirsek bükülmeyecek, yüzler şeref tribününe dönük, sert bir sesle “Adolf Hitler, Heil Hitler” diye bağıracaksınız.” Mısır ve Şili karşısında oynamışlar, maalesef galibiyet alamamışlar. Berlin Olimpiyatlarına Türkiye 2 kadın 57 erkek sporcu ile katılmış. İlk kez olimpiyatlara katılan kadın sporcular, Halet Çambel ve Suat Fetgeri Aşeni eskrim dalında yarışmışlar. Türkiye’ye olimpiyat tarihindeki ilk madalyaları güreşçi Yaşar Erkan (altın) ve Ahmet Kiresçi (bronz) kazandırmış.

Babam millî formayı giyerek ülkesini yurt dışında temsil eden tek spor bakanıdır. Galatasaray Kulübü, 50. kuruluş yılında kulübüne şampiyonluk kazandırmış bir oyuncusu olarak babamı altın madalya ve bir sertifika ile ödüllendirmiştir. Bu madalya bende, evimin en güzel yerinde asılıdır.

Babam İngilizce ve Fransızcayı gayet iyi öğrendiği Robert Kolejden, ticaret bölümünden 1936 yılında mezun olmuş. Bu iki dil dışında biraz da Arapça konuşurdu. Mezuniyet sonrası birkaç yıl İstanbul’da Merkez Bankasında çalıştıktan sonra askerliğini yapıyor ve babasının vasiyet niteliğindeki tavsiyesine uyarak doğup büyüdüğü Gaziantep’e dönüyor… Gaziantep’i ve Gazianteplileri çok iyi tanır ve severdi, acı ve tatlı günlerinde onlarla beraber olur, dertlerini kendi derdi bilirdi. Halkı anlar, halka hizmet ederdi. Siyasi rekabeti bile insanlık ölçülerinde değerlendirirdi, ölçüyü hiç kaçırmazdı. Vefalıydı, kin tutmazdı, daima bir denge unsuru olarak bilinirdi. Onun için kendi partisinden olanlar olsun, muhalif partiden olanlar olsun, hâlâ babamı sayarlar, severler. Gaziantep sevgisinin, uzaktayken, Robert Kolej yıllarında çok arttığını, hemen Gaziantep’e dönüp, toprağına olan borcunu ödemek için sabırsızlandığını sık sık söylerdi. Bizlerin de Gaziantep’e dönmemizi isterdi. Ancak koşullar bizim için hep Gaziantep dışında gelişti.

Benim de Robert Kolejin kardeş okulu olan Arnavutköy Kız Kolejine gitmemi çok arzu etti ancak imtihanı kazanamadım. Kız ortaokulunu bitirdim, Gaziantep Kolejinde liseyi okudum. Gaziantep Koleji yeni açılmıştı, her şeyin en iyisini yapacağı konusunda çok iddialıydı. Gerçekten çok iyi eğitim aldık. Hocalar Gaziantep’in en iyileriydi. Her öğrenciye vakit ayırabiliyorlardı. Zaten öğrenci sayısı da azdı. Herkes birbirini tanırdı. Birbirlerini tanıyan ailelerin çocuklarıydılar. O zaman Gaziantep nispeten küçüktü ve en önemlisi göç almamıştı, kozmopolit değildi. Belki koşullar şimdiki gibi gelişmemişti. İnternet yok, cep telefonu yok, televizyon vs yok. Sadece dostluk, arkadaşlık, sevgi, dayanışma, sadelik ve yardımlaşma ön plandaydı. İnsanlar da hallerinden memnun gibilerdi.

Babam Gaziantep’e gelince sporla ilişkisini hiç kesmedi, basketbolu çok sevmesine rağmen futbolla da ilgilendi, Çınarlı Gençlikspor ve Şehreküstüspor kulüplerinde amatör olarak futbol oynadı, bazen de hakemlik yaptı. Sporun, bilhassa futbolun birleştirici gücüne inanırdı. Zaten karakter olarak birleştirici, uyumlu ve sakin bir insandı. 1940 yılında Gaziantep Dokumacılar Kooperatifi Müdürlüğüne atandı. Babam gençliğinde de çok iyi bir idareci ve teşkilatçıymış. Büyüklerimiz anlatırlardı, “Kâmil büyüyünce büyük adam olacak” diye aralarında konuşurlarmış. Özel hayatında da çok düzenliydi. Eşyalarının yerleri belliydi. Elbiselerini çıkarır, dolaba kendi asardı. Çorabını, ayakkabısını çıkartıp sağa sola bıraktığını hiç görmedik. Teşkilat kurmak, organizasyon yapmak tam ona göre bir işti.

Dokumacılık ve halıcılık insanlığın ilk çağlarda yarattığı bir el sanatıdır. Yüzyıllar boyu göçlerle gelişmiştir, insanlar sanatlarını, becerilerini gittikleri yerlere götürmüşlerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrası ithalat büyük ölçüde azaltılmış ihtiyaçlar ülke içinde temin edilmeye çalışılmıştı. Babam el tezgâhları imal ettirerek halka dağıtmış, köylere el tezgâhları göndermiş, halıcıları ve dokumacıları bir araya toplamış. Beraber, karşılıklı dayanışma ve yardım ile bir arada üretmelerini sağlamıştır. Beraber üretme ve beraber sorumluluk alma kültürünü yerleştirmiştir. Gaziantep’te dokumacılığın ve halıcılığın daha sonraki yıllarda ilerlemesinin sebebinin, atılan bu sağlam temeller sayesinde olduğu hep söylenir. “Organizasyon, bilgi, eğitim olmadan başarılı olmaya imkân yok” derdi. Hiçbir işin tek başına başarılmayacağını, uyumlu ve sağlam bir ekiple dünyanın yıkılıp tekrar yapılabileceğini söylerdi. “Birlikten kuvvet doğar” derdi. İnsanları kırmadan, birlik ve beraberlik içinde hareket etmeye ve yönetmeye özen gösterirdi. İnsanlara her şeyden evvel “insan” olarak bakardı. Dertlerine üzülür, sevinçlerine ortak olmayı bilirdi. Yaptığı hiçbir işi “ben tek başıma yaptım” demedi. “Ben” lafını ağzından hiç duymadık. Çok cömertti, bu huyundan en çok da annem şikâyet ederdi. Hepimizin ayrı bavulları vardı. İstanbul veya Ankara’ya gittiğinde, o bavulların hepsi dolu gelirdi.

Siyasette de çok vericiydi… “Siyasette almak için değil vermek için var olduğunu” söylerdi… Ölümünün üstünden elli üç yıl geçmesine rağmen hiç kimse “Kâmil Ocak’ın şu şu yolsuzluğu vardı” bile diyemiyor. Devletin, halkın parasına sahip çıkma konusunda çok hassastı. Bizlerin boğazından haram bir lokma bile geçmedi. Seçim zamanı partinin bütün masraflarını karşılardı. Sanıyorum o neslin aldığı Atatürk terbiyesi ile ilgilidir. Hepsi vatanlarını, bayraklarını her şeyin üstünde tutarlardı. 27 Mayıs İhtilal Mahkemesi, Yassıada’da yargıladıkları Demokrat Parti milletvekillerinin en ufak bir yolsuzluğunu bulamadı. “Bebek davası, köpek davası” gibi çok gereksiz suçlamalarla yetinmek zorunda kaldılar. Sanıyorum babam bu özelliğinden dolayı da çok sevildi, sayıldı.

Alçak gönüllülük, insana insan olduğu için değer verme, merhamet, sevgi vs. içinde büyüdüğü Mevlevî terbiyesinden kaynaklanıyor. Mevlevî terbiyesiyle büyümesinin ona kazandırdığı bu özellikler, önce iyi bir insan, sonrada iyi bir politikacı olmasını sağladı diye düşünürüm hep. Bu ruh, terbiye ve üslup Ocak ailesi mensuplarında da var. Yani hiçbir şey tesadüfen olmuyor.

İnsanları, kim olursa olsunlar kucaklamak senelerdir süregelen Mevlevî geleneğinde vardı. Nesiller boyu devam eden ve babadan evlada geçen bu gelenekler ailenin genlerine girmişti. Aile “almak” üzerine değil de “vermek” üzerine programlanmıştı sanki. Halkın da aileden beklentisi bu yöndeydi. Onun için günümüzde gördüğümüz politikacıları, siyasetçileri çok yadırgıyorum. Babam bu günleri görseydi çok şaşırırdı herhalde.

Babam 1947 yılında Fevzi amcasının kızı Mübeccel ile evleniyor. O zamanlar Gaziantep’te akraba evliliği yaygındı. Kız yabancıya gitmesin, oğlan yabancı almasın diye… Aileler birbirini tanıyor, biliyor, görüşme, beraber gezme yok. Büyükler uygun görüyorlar, karar veriyorlar, belki gençler aile içinde birbirlerini görüyorlar veya bir aile büyüğünün katılmasıyla bir çay bahçesine gidiyorlar bir iki laf edebilmek için. Annem babam birbirlerine çok saygılı idiler. Onlarınki çok iyi bir evlilikti diye düşünürüm hep. Bizlere hiçbir problemlerini aksettirmediler. Mutlaka kendi aralarında anlaşamadıkları konular vardı tabii… Çok yüksek sesle konuştuklarını, birbirlerine bağırdıklarını hiç duymadım. Toplumun örnek, sosyal hayatın önde gelen, aranılan çiftlerindendi. Sosyal hayatın içindeydiler, o zaman balolar, danslı toplantılar çok sık olurdu. Hepsine katılırlardı. Annem ve o toplantılara katılan hanımlar çok şık, uzun tuvaletler giyerlerdi. Soframızda daima misafirler olurdu. Sadece aile olarak yemek yediğimizi fazla hatırlamıyorum. Annemin ablası Muazzez teyzem bizimle beraber yaşardı. Biz çocuklarda çok emeği vardır. İkinci annemiz gibiydi. Bize çok düşkündü. Biz de çok severdik onu.

Evde, köyde devamlı davetler verilirdi. Aileden kalma, Oğuzeli tarafında köyümüz vardı, Karacaören. Bütün yazları orada geçirirdik. Tabiatın içinde, açık havada hayvanlarla, ağaçlarla, bitkilerle zaman geçirirdik. En güzel çocukluk hatıralarım orada geçmiştir. Köyde fıstık, zeytin, üzüm bağları, buğday, arpa… hepsi vardı. Babam her ürünle, her ağaçla teker teker ilgilenirdi. Civar köylere keklik avına giderdi. Çok iyi at binerdi, güzel safkan bir atı vardı, adı Hülya idi. Benim atım beyazdı, adı Yıldırım’dı, kardeşim Fevzi’nin atının adı da Yavuz’du. Köyde sık sık valilerin, şehrin tanınmış simalarının katıldığı büyük davetler verilirdi. Yazları ayrıca İskenderun, Mersin, Arsuz gezilerimiz olurdu. Maalesef, babamın ölümünden sonra birtakım insanlar köylüleri kışkırttılar, rahmetli Bülent Ecevit’in bir sloganı vardı: “Toprak işleyenin, su kullananın.” Miras hakkını reddeden, mülkiyet hakkını yok eden vahşi bir slogan. Tamamen kurulu düzeni reddediyor, mirasla geçen mal mülkü reddediyor. “Git işgal et, istediğin senin olsun.” diyor. Politikacılar söyledikleri sözün nereye kadar gideceğini bilmek zorundalar. Köylüler –tabii dışardan destekleyenlerden kuvvet alarak- komşu köyü, aileye ait olan İkizkuyu’yu işgal ettiler. Çok acı olaylar yaşandı… İki kuzenimiz öldürüldü. Katilleri yakalanmadılar, hâlâ aramızda dolaşıyorlar. Ocak ailesi ellerinde ta IV. Murat zamanında kendilerine verilen ve babadan oğula geçen tapularını ispat etmek için mahkeme mahkeme dolaştılar. Bu arada işgalin bizim köye sıçramasından korkuldu ve Karacaören satıldı. Çünkü babam yoktu ve devlet bizleri korumadı. Bu olaylar bir yara olarak içimizde kaldı.

Annem Kız Enstitüsü mezunuydu. Çok güzel kadındı. Yosun renkli kocaman gözleri vardı. Böyle bir göz rengini kimsede görmedim. Akıllı bir kadındı. Lafını, sözünü çok iyi bilirdi. Politikada babamı tamamladı, bir denge unsuru oldu diyebilirim. Babam öldüğünde 40 yaşındaydı. En büyük çocuk bendim, yirmi yaşındaydım, en küçük kardeşim de on yaşındaydı. Bu dört çocuğu tek başına büyüttü, topluma kazandırdı.

İtiraf etmeliyim, politika hayatımıza girdi ve bizi şekillendirdi, bağımlı yaptı. Babam 1941 yılında politikaya girdi. Dört yıl Belediye Meclis Üyesi olarak görev yaptı. 1946 yılında çok partili hayata girdikten sonra siyaset ülkeye yeni bir heyecan, yeni bir umut getirmişti.1946 yılında Demokrat Parti’den milletvekili adayı oldu, ancak kazanamadı. O yıldan itibaren de politika hayatımızın merkezine oturdu ve bir daha bizden ayrılmadı. Babam Gaziantep’te arkadaşlarıyla birlikte Demokrat Parti teşkilatını kurdu ve il başkanı oldu. Amcam Ali Ocak Gaziantep Milletvekili seçildi. Bütün aile siyasetçi oldu. Evde en çok konuşulan konu
buydu.

Ben siyaseti o yaşta öğrendim ve çok sevdim. Babam beni ve kardeşim Fevzi’yi sık sık partiye götürürdü. O zamanlar ben 4 yaşındaydım, kardeşim de 2 yaşındaydı. Partiye gelenlere şeker ikram ederdik. Elimize bir bez verirdi, masasını temizletirdi. Babasından kalma, çok büyük ceviz bir masaydı, belki de bana o zaman çok büyük gelirdi. Boyumuz yetmezdi, kucağına alırdı bizi ve her zaman aynı şeyi söylerdi, “Partiyi temiz tutacaksınız. Odanız gibi, eviniz gibi tertemiz yapacaksınız. En ufak bir kir, bir leke, toz olmayacak.” Biz de harıl harıl temizlik yapardık. Daha sonraları yaşım ilerledikçe, bu temizliğin aslında toz değil de başka tür bir temizlik, dürüstlük, liyakat, güvenirlilik olduğunu bana tecrübelerim ve parti çalışmalarım öğretti. Seçim geceleri bütün aile, kadın erkek partiye dolardı. Babam lahmacun, kebap getirtirdi, sabaha kadar seçim heyecanını yaşarlardı. Şehir merkezinde Demokrat Parti kuvvetli değildi. Fazla oy gelmezdi. Köylerden ise çok oy gelirdi. Zaten Demokrat Parti’yi ayakta tutan kırsal kesimin oylarıydı. Oylar mikrofonla halka ilan edilirdi. O zaman siz cümbüşü, eğlenceyi görecektiniz. Davullar çalınır. Alkışlar ta nerelerden duyulur, herkes birbirine sarılır tebrik ederdi. Tam bir bayram havası olurdu.

Fıstık üreticisinin emeğini değerlendirmek için üreticileri bir organizasyon etrafında toplayarak, ürünlerinin daha iyi imkânlarla satılabilmesi için, babam Ticaret Bakanlığı tarafından 1948 yılında kurulan Güneydoğu Fıstık Tarım Satış Kooperatifi genel müdürlüğüne getirildi, 1960’ta 27 Mayıs İhtilali’ne kadar bu görevde kaldı. Fıstık üreticisi olduğu için ne yapması gerektiğini biliyordu. O zaman Antep fıstığı üretimi ve satışı rastgele, eski usullerle yapılıyordu. Babam ziraat mühendisleri kanalıyla üreticinin teknik bilgi almasını sağladı. Fıstık ağacı aşılanması, yetiştirilmesi, ürünün toplatılması, ağaçların bakımı vs. üreticilere öğretildi. Fıstık için dış pazarlarda tanıtım faaliyetlerine başlandı. Fıstık o zamanlar çok tanınmıyordu. Antep fıstığı denmezdi, Şam fıstığı diye bilinirdi. Antep Osmanlı İmparatorluğu zamanında Şam’a bağlıydı ve fıstık Şam’dan diğer ülkelere gönderiliyordu. Antep fıstığına Gaziantep’in sahip çıkmasını sağladı, Anteplilerin ve yabancıların bilinçaltına bu gerçeğin yerleşmesine gayret etti… 1960 İhtilali’nde ise bu görevden alındı ve 12 sene boyunca görevdeyken aldığı maaşların faiziyle iadesi istendi. Sahip olduğu birkaç parça malı satıldı ve borcu ödendi.

1955-56 yıllarında ara dönemde Gaziantep Belediye Başkanlığı yaptı. Gaziantep’in 20. Belediye başkanı oldu. Babası Şeyh Mustafa Efendi ise 10. belediye başkanı idi. Belediye meclisi üyesiyken belediye başkanlığına seçildi, 1956 belediye seçimlerinde Necmi Bayram başkan seçildi, babam görevden ayrıldı. Bir yıllık kısa süre içinde büyük projeler ortaya koyması tabii imkânsızdı. Gaziantep’in bir plan dâhilinde büyümesini istediği için yeni mahalleleri imar planına dâhil etti. Daha çok alt yapı hizmetleriyle uğraştı. Karşıyaka Mahallesini kurdu. Karşıyaka, Yeşilova, Kürttepe ve Öğretmenevlerinin alt yapı hizmetlerini; su, kanalizasyon, yol, elektrik, okul, cami gibi hizmetleri tamamlandı. Kavaklık Parkı, Belediye Park ve Bahçeler Müdürlüğüne devredildi, ailelerin kullanabileceği piknik alanı haline getirildi. Hatırlıyorum, Kavaklığa sık sık giderdik. Çok lezzetli lahmacun ve kebap yaparlardı. Oğuzeli ve Barak bölgelerinde 200’den fazla köye içme suyu getirdi. Kavaklığın yanına bir de fidanlık yapıldı, çiçek ve fidan yetiştirilip halka dağıtıldı. Başkarakol’a herkesin gidebileceği bir park yaptırıldı. Babamın şehre en büyük hizmetinin Millî Korunma Kanunu’nu Antep esnafına uygulamaktan kaçınması olduğunu, o devri yaşayan Antepliler hep söylerler. 1940 yılında olağanüstü savaş şartlarında zamanın hükumeti tarafından çıkarılan ve 1942 yılında kaldırılan bu kanun 1956 yılında Demokrat Parti tarafından tekrar kabul getirilmişti. Bu kanun, olağanüstü hallerde fiyatları saptamada, ürünlere el koymada ve hatta zorunlu çalışma yükümlülüğü getirmede hükumete birtakım yetkiler veriyordu. Devletin ekonomiye etkin müdahalesine fırsat veriyordu. Böylece devlet istediği kişinin malına el koyabiliyor, ağır vergiler isteyebiliyor, fiyat arttıran esnafa hapis cezası bile verebiliyordu. Fiyatlar artınca ve tüketim malları azalınca karaborsanın da artmasına sebep oluyordu. Bu kanun 1960 yılına kadar devam etti. Demokrat Parti’ye %10 kadar oy kaybettirdi ve 27 Mayıs İhtilali’nin sebepleri arasında gösterildi. İşte babam esnaf için bu kanunun çok ağır olduğunu fark etmiş kendi partisinin çıkardığı kanun olmasına rağmen esnafın üzerine gitmemiş, böylece zamanın valisi ile de ters düşmüş. Karaborsacılığı engellemiş, fiyat artışına izin vermemiş ancak esnafı da ezdirmemiş yani esnafla hükumet arasında denge unsuru olmuş. Tanıyanlar böyle anlatırlar.

Bu yılların önemli olaylarından biri de 1957 yılındaki Antep Olayları’dır. 27 Ekim 1957’de genel seçimler yapıldı. O gece hep partideydik. Ben ilkokul ikinci sınıftaydım. Gün bitince Halk Partisi seçimi yedi yüz oy farkı ile kazandığını ilan etti. Kutlamaya başladılar. Bu arada oylar köylerden gelmeye devam ediyordu. Seçim daha sonuçlanmamıştı. Demokrat Partililer üzgün bekleyiş içindeydiler. Babam partide kaldı, bizi eve gönderdi. Ertesi gün ise köylerden Demokrat Parti’ye bin oy geldi, seçimi kazandıklarını ilan ettiler. Demokrat Parti’ye merkezden çok az oy gelirdi. Köylerden gelen oylar partiyi kurtarırdı ama oyların toplanıp merkeze getirilmesi uzun sürerdi. Bazen partililer oyları atlarla getirirlerdi. Cumartesi 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’ydı. Kardeşim Fevzi ve ben partiye geldik, bayram resmigeçidini seyretmek için. Parti binası Suburcu Caddesi’ndeydi. Eski Şehir Sineması’nın hemen karşısındaydı. Parti kalabalıklaşmaya başladı. Zaferi kutlamak için partililer akın akın geliyorlardı. Kardeşim ve ben partililere şeker, çikolata ikram ediyorduk… Ki sokaktan sesler gelmeye başladı. “Dağ Başını Duman Almış” marşını söylüyorlardı. O marş hâlâ kulaklarımdadır, hiç unutmadım. Ellerinde CHP ve Türk bayrakları vardı. Partiye taşlar yağmaya başladı. Babam kalabalıkta kimler var hepsini tanıyordu. Hemen kardeşim ve beni kucaklayarak o büyük yazı masasının ara kısmına sakladı. Partililerin çoğunu arka kapıdan dışarıya çıkardı. Sadece gitmek istemeyen birkaç kişi kaldı. Taş yağmuru devam ediyordu. Babam partililere kendilerini korumalarını ve dışarıya hiçbir şey atmamalarını söyledi. Söylendiği gibi dışarıya silah atılmadı. Canından kıymetli iki evladının bulunduğu yerde silah kullanılmasına babamın izin vermeyeceğini biliyorum. Ortalık yatışınca polisler geldi. Emektarımız Ali Melek – Yemen Cephesi’ne katılmış, oralardan yürüyerek Antep’e gelmiş, o zamandan beri Ocak Ailesi’nin bir ferdi olmuş – gizli dehlizden geçerek bizi almaya geldi. Annem telaşla onu göndermiş, “Kâmil Ağa’nı ve çocuklarımı hemen getir.” demiş. Babam partide kaldı, bizi eve gönderdi. CHP seçim sonuçlarına itiraz etmiş, pazartesi günü oyların bir daha sayılmasına karar verilmiş. Pazar akşamı Adliye binası yandı. 27 Mayıs İhtilali’nde babam adliyeyi yakmaktan ağır cezada idamla yargılandı. İhtilal mahkemesi çok gayret gösterdi fakat bir türlü aleyhine delil bulamadı, sonunda beraat ettirmek zorunda kaldılar. Daha sonraları Adliye’yi yakanların idama mahkûm olan bir köylünün ailesi olduğu söylendi veya “elektrik kontağından yangın çıktı” dendi. Halkı kışkırttılar, Gaziantep Demokrat Parti Milletvekili Ekrem Cenani’nin evini kundakladılar, taş yağmuruna tuttular. Sokakta ellerinde bayrakla yürüyenler tutuklandı. Yozgat’a gönderildi, birkaç ay hapiste yattılar. Halk, çoğunlukla muhalifler, yine kışkırtmayla belediye binasına yürümüş cam çerçeve bırakmamış, Vali halkın üzerine itfaiye ile su sıktırmış. Babam o gün hadiseye sebep olan CHP’lilerin aleyhine hiçbir zaman şahitlik yapmamış, ancak 27 Mayıs İhtilali’nde de en çok onların zararlarını görmüştür.

1957 yılında babam Gaziantep Ticaret Odası Meclis Başkanlığı görevini yürüttü, 1958 yılında ise Gaziantep Ticaret Borsasının kurucuları arasında yer aldı.

Gelelim 27 Mayıs İhtilali’ne; çocukluk hatıralarımın arasında kara sayfa olarak durur, içim yanarak hatırlarım. 27 Mayıs aklıma her geldiğinde babamın üzüntüden yıpranmış yüzü gözümün önüne gelir. Her iktidarın hataları vardır. Taraftarlarına doğru gelen icraatları muhaliflerce kabul görmeyebilir. Ama işkence, zulüm, olayların ailelerine kadar indirgenmesi nedir? Bugün olsa hemen “insan haklarına aykırıdır” denir. 27 Mayıs İhtilali’nin analizini yapmıyorum. Doğruluğu veya yanlışlığı üzerine fikir yürütmüyorum. Zaten istesem de yapamam. Olaylara dışarıdan, gözlemci gözüyle hiç bakamam. Çünkü bu konuda ben babamın kızı olarak “TARAFIM”.

İhtilal olunca Gaziantep Milletvekili olan Ali amcam diğer milletvekilleriyle beraber Yassıada’ya gönderildi. Babam o devre Demokrat Parti il başkanı değildi. Yassıada’ya gönderilmedi ama gönderilmediği halde çok sıkıntı çektirildi. Türlü türlü iftiralara uğradı, mahkeme mahkeme gezmeye başladı, öyle ki eziyet olsun diye duruşmalar civar illerde, Adana’da, Mersin’de yaptırıldı. Silah kaçakçılığı, altın kaçakçılığı, gayrimeşru kazanç ve gayrimeşru mal edinme gibi akla gelen her şeyle suçlandı. Babam bir Avrupa seyahatinde kardeşim Fevzi’ye oyuncak bir tüfek hediye getirmişti. Polisler, askerler evi aramaya geldiklerinde tüfeği kardeşimin dolabında buldular, hemen aldılar, “Kâmil Ocak silah kaçakçısı” deyip mahkeme açtılar, tüfek Ankara’ya Genelkurmay’a gönderildi, gelen netice istedikleri gibi değildi herhalde, sonuç hiçbir zaman açıklanmadı. Tüfek de iade edilmedi. Evdeki bütün eşyaların envanteri yapıldı. Askerlerin gece yarısı herkes uykudayken evde arama yapmalarına artık alışmıştık. Hepimizi uykudan uyandırırlar, bütün evi didik didik ararlardı. O zaman yün yataklar kullanılıyordu. Yünler her tarafa saçılırdı. Annem akıllı kadındı. Yedek yün yataklar yaptırtmıştı. Askerler gidince tavan arasından o yataklar getirilir, yırtılanlar da ertesi gün hemen tamir ettirilir ve “yedek yatak” olurlardı. Daha önce de yazdığım gibi, babamı Fıstık Satış Tarım Kooperatifi’ndeki görevinden aldılar ve görev yaptığı on iki senede ödenen maaşları faiziyle geri istediler, birkaç malı satılarak borç ödendi. Babamın üstündeki bütün mallara el konuldu. Elde edilen mahsullere el konuldu, bize çok az kısmını nakit olarak verdiler. Babam bize ağlamayı, üzülmeyi yasak etti. En büyük çocuk bendim. Her şeyin farkındaydım. Kardeşim Fevzi de farkındaydı. Nezihe ve Osman çok küçüklerdi. İhtilalin ilk haftasında hepimizi topladı, “Bu evde üzüntü, gözyaşı istemiyorum. Dışarıda çok iyi mücadele etmemi istiyorsanız bu evden beni güler yüzle yolcu edeceksiniz. Hayatınızda hiçbir şey eksik olmayacak, okullarınıza gidecek, derslerinizde başarılı olacaksınız, anneniz sosyal hayatına devam edecek. Bu günler nasıl olsa geçecek, suçumuz varsa, yanlışımız varsa bulurlar, cezamızı çekeriz. Ama yanlışımız yok. Yassıada’ya giden bu insanların 20-30 sene sonra heykelleri dikilecek, bundan eminim.” diye tarihi bir konuşma yaptı. Ondan sonra mümkün olduğu kadar normal hayata devam edildi. Ali amcam hapiste, Yassıada’da, ailesi Ankara’da, çocukları okula gidiyor, bakıma ihtiyaçları var. Amcalarım toplandılar, büyük dayanışma içinde onlara ve babama destek oldular. Babam, amcalarım ve halam birbirlerine çok düşkünlerdi. Her şeyi konuşurlar, aralarından sır çıkmazdı, eşleri bile sonradan duyarlardı. İşte bu maddi, manevi destek ve dayanışma ile 27 Mayıs süreci nispeten hasarsız atlatıldı. Evde konuşulmazdı bu konu ama herkes her şeyi bilirdi.

İlkokul bitirme sınavlarına giriyorum. Hiç neşem yok, yüzüm gülmüyor. Sıra arkadaşım, komşumuz yanıma geldi, kulağıma eğildi dedi ki “Senin haline çok üzülüyorum. Hepiniz üzüntülüsünüz. Yastasınız. Bir de bize bak, CHP’liyiz, evde eğlence var, kalabalık yemekler yeniliyor, davullar çalınıyor. Bence sen babanla konuş, CHP’ye geçsin, bu sıkıntılar biter.” Çocuk aklı işte, kötülükten uzak, kötülüye aklı ermeyen. Keşke her şey bu kadar kolay olsa. Saflık, temizlik ne güzel. Bu teklif bana kurtarıcı gibi geldi. Heyecanla eve gittim. Babama anlattım. Biraz şaşırdı, biraz da kızdı galiba, “gel yanıma” dedi ve hayatım boyunca bana yol gösteren o sözünü söyledi. “Fikirlerine uymayan bir yoldan dönmene hiçbir şey diyemem. Ama rahatın için, korktuğun için yolunu değiştirirsen karşında beni bulursun. Sıkıntıdan, mücadeleden kaçmak yok. Yenmeyi bileceksin. Hayattaysam mâni olurum. Değilsem de beni çok üzeceğini bil. Bu günler geçecek, güzel günler gelecek. Allah daima doğrunun yanındadır. Demokrat Parti bu milletin çimentosudur, birleştirici unsurudur.” Bu konuşma her kelimesiyle aklıma kazınmış ve bana hayatım boyunca yol göstermiştir. Zorluklardan hiç kaçmadım, inandığım yoldan dönmedim, hiçbir işi yarım bırakmadım. Partimi hiçbir zaman değiştirmedim. Sıkıldığım, üzüldüğüm zamanlar çok oldu, ancak ayrılmak aklımdan geçmedi. Mücadeleye devam ettim. Bir taraftan da babam nasıl çimento oluyor diye epey kafa yorduğumu hatırlıyorum. Çünkü bu sıkıntılar çocukların kaldıramayacağı kadar ağır yük, yaşlarını aşıyor.

O zaman arkamızdan “sabıklar, düşükler, kuyruklar” diye bağırırlardı. Bilhassa kadınlar çocuklarını arkamızdan bağırtırlardı. Kız ortaokuluna gidiyordum. Her gün aynı yoldan, Atatürk Bulvarı’ndan. Okul eski adliyenin arkasındaydı. Gözlerim dolardı, ne yapacağımı şaşırırdım. Dükkânlardan insanlar çıkardı, herkes birbirini tanırdı. Hemen bağıranları sustururlardı, bana su verirlerdi. Tanımayanlar da sorarlardı “kimin kızısın” diye. Aralarında Demokrat Partili olanlar da vardı, muhalif olanlar da. Muhalif olanların hepsinin kötü olmayacağını o zaman öğrenmiştim. Babam üzülmesin diye olanları sadece anneme söylerdim. Dükkân sahipleri ise babamı gördüklerinde “Kâmil Ağa telaşlanma, üzülme, çocukların bize emanet” derlermiş.

Sırf eziyet olsun diye, Valilik emriyle polisler gelir, gecenin bir vakti babamı karakola götürürlerdi. Polislerin çoğu Gaziantepli, herkes birbirini gayet iyi tanıyor. Karakolda özür dilerlermiş, “Emir kuluyuz, kusura bakma ağam” derlermiş, sohbet ederlermiş, çay kahve ikram edilir, sonra da eve bırakırlarmış sırf “Kâmil Ocak karakolda tutuldu” diyebilmek için. Zaten babamı gece gündüz sivil polisler takip edermiş, nereye gitse peşinden sivil polisler gelirmiş. Partili olmalarına rağmen CHP’lilerin çoğunluğu babama saygı gösterirlerdi.

27 Mayıs ile ikinci bir hatıram var, bu da hep içimi acıtır. 1962 senesiydi, ortaokul ikinci sınıftaydım, ihtilalin baskıları hâlâ bütün hızıyla devam ediyordu. Saçımı tararken başımın arkasında saç olmadığını fark ettim. Aynayı çevirip baktım, kocaman bir boşluk vardı. “Kel oldum” ağlamaya başladım. Annem babam hemen beni cilt doktoruna götürdüler telaşla. Doktor başımı görür görmez “Pelat bu, derin üzüntüyle olur.” dedi ve birden ne söylediğini fark etti, çünkü bütün Gaziantep üzüntünün sebebini biliyordu. Lafı değiştirdi, derslerimi sordu, “Seni zorlayan derslerin hangileri?” dedi. Babamın gözlerindeki iki damla gözyaşını hiç unutamam. Sanki benim yüzümden oldu, der gibiydi. İçimden bir şeylerin koptuğunu hissettim. Hemen kendini toparladı. Doktor özel bir solüsyon verdi, “Her gün sürülsün, yoksa saçkırana çevirebilir. Üzülmeyecek, sıkılmayacaksın. Derslerin için üzülme, akıllı çocuksun, nasıl olsa yaparsın.” dedi. Çıktık oradan. Annem ve babam perişan ama bir şey söylemiyorlar. Bir ayakkabıcı dükkânının önünden geçiyorduk… Babam “Sana şunu alalım, çok yakışır.” dedi. Çünkü üzülmemem, hoş tutulmam gerekiyordu. Çok şık ayakkabılar, babetler vardı. Sevinerek bir çift siyah rugan babet aldım. Paket yapıldı, bana verildi. Sevinç içinde dükkândan çıkarken birdenbire bir vicdan azabı çöktü içime, “Babamın bu zor günlerinde, parasız günlerinde ben bunu nasıl yaptım?” diye. Geriye dönemedim. İade edemedim. Ağlayarak eve geldim. Ayakkabıyı dolaba koydum. Kutusunu hiç açmadım ve hayatım boyunca da o tip bir ayakkabı giyemedim. Her zaman bu olayı içim burkularak hatırlarım.

İhtilalden iki sene sonra babam bütün suçlamalardan aklandı, ihtilal mahkemesi bütün gayretlerine rağmen babamı suçlayacak hiçbir şey bulamadı, beraat ettirdi ve gayrimenkullerini iade etti. Bu kadar stres, suçlama, mücadele içinde sağlığını kaybetti. Vücudun her şeye bir dayanma gücü, sınırı vardır. “Yüce Tanrı kullarına dayanamayacakları yükü vermez” derler… Doğru, her sıkıntıya dayandı; göğüs gerdi, sonunda kazandı ancak vücudu zayıf düşmüştü. Şeker hastalığına yakalandı, kalp krizi geçirdi. O günden sonra içime “babamı kaybetme korkusu” yerleşti, bu korku beni esir aldı. Eve geç kalsa endişeyle kıvranırdım. Anahtar deliğinden nefesini kontrol ederdim uyurken. Ali amcam Yassıada’dan sonra Kayseri Cezaevi’ne gönderildi. Kayseri’den o da yaralı çıktı, sağlığı bozuldu, 1964 yılında vefat etti. Yassıada ve Kayseri günlerini bize hiç anlatmadı. Belli ki olanları gururuna yedirememişti.

1961 yılında Demokrat Parti’nin yerine Adalet Partisi büyük coşkuyla kuruldu. Babam ve arkadaşları bu kez Gaziantep’te Adalet Partisi teşkilatını kurdular. Yine parti çalışmaları, koşuşturmaları, heyecanları başladı. Daha önce de söylediğim gibi siyaset her zaman hayatımızın merkezindeydi; bizi yönetti, yönlendirdi. Büyük mitinglere ailece katılırdık. Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel’in Gaziantep’teki mitinglerinde ön sıralardaydık. Bir taraftan parti il başkanlığı, bir taraftan belediye meclisi üyeliği bütün hızıyla devam ediyordu. Biz çocuklar okullarımıza devam ediyorduk. Derken 1965 seçimleri geldi, babam 27 Ekim 1965 de 13. Dönem Gaziantep Milletvekili seçildi, böylece hayatımızda yeni bir sayfa açıldı. Ankara
bizi bekliyordu.

27 Ekim’de kurulan Başbakan Süleyman Demirel Kabinesinde Spordan Sorumlu Devlet Bakanı olarak, ölünceye kadar spora, ülkeye ve Gaziantep’e hizmet etti.

Babam bakan olduğu günden itibaren basında çıkan haberleri bir defterde toplamıştım, ölümünden sonra da devam ettim. Dijital ortamda taratarak bir kitap haline getirttim daha sonra. Bir devri anlatan anlamlı, nostaljik bir kitap oldu. Onun ilk günden itibaren sporla ilgili olarak söylediği, “plan, altyapı, tesis ve eğitim”di. Bu prensiplerde hep ısrar etti. Plan, program ve akademik çalışma ile Türkiye’nin kalkınmasında ve dışarıda daha iyi temsil edilmesinde sporun çok büyük rolünün olacağını, sporun, bilhassa futbolun birleştirici gücüne inandığını ısrarla söylüyordu. “Futbol her yerde futbol, aynı etkiyi gösterir.” derdi. Sporun bir kültür olduğunu, sporu yaymak için en iyi yolun, okullara, üniversitelere mutlaka spor salonlarının yapılmasını ve gençleri spora teşvik edilmesi gerektiğini savunurdu. Konya ve Balıkesir’de Üniversiteler ve Yüksekokullar Arası Spor Haftası düzenlendi, sporcular bütün dallarda yarıştılar, kazananlara madalyalar verildi.

Ankara’daki hayatımıza çabuk alıştık. Ben Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne başladım. Nezihe ve Fevzi ortaokula, Osman ise ilkokula başladı. Annem ve babamın sosyal hayatları çok yüklüydü. Türkiye’yi ziyarete gelen cumhurbaşkanlarının, başbakanların ağırlandığı çeşitli etkinliklere, diplomatik davetlere katılırlar, ülkeyi temsil görevini yerine getirirlerdi. Gaziantep’ten gelen hemşehrileriyle ilgilenirlerdi.

Babam bakanlığı boyunca tesislere ve sporcunun eğitimine çok önem verdi. Adalet Partisi tek başına iktidar olduğu için finansal problemler de olmadı. Öncelikle yarım bırakılan tesisler tamamlandı, yenileri inşa edildi. Türkiye’nin her tarafı açık ve kapalı spor salonları, yüzme havuzları, tenis kortları ile donatıldı. Bu salonların açılışlarına babamla beraber ben de katıldım. Gaziantep’te açık stadyum ve kapalı salonun yapılması da bu döneme rastlar. Gaziantep Kapalı Salonu’nun açılışını 19 Mart 1969’da yapmak kendisine kısmet oldu. Ancak stadyumun açılışını göremedi. Babamın ölümünden birkaç gün sonra Gaziantep Belediye Meclisi, halkın istek ve baskısı sonunda, inşaatı devam eden stada Kâmil Ocak Stadyumu adını verdi. İsmi bir kartona yazmışlar hemen, stadın kapısına bizzat ben astım. Bu stadyum Gaziantep’e yarım asır hizmet etti. Uluslararası bir stadyum oldu. Gaziantepspor’un Avrupa takımları ile oynadığı maçlarda ev sahipliği yaptı. Şehrin kolektif hafızasına yerleşti. Ancak bir takım projeler sonunda yıktırıldı. Babamın en inandığı prensip “spora siyaseti sokmama” prensibiydi. Aslında o devrin dayandığı ilke “okula, camiye, orduya siyaseti sokmamak” olarak özetlenebilir.

Sporun içinden gelen eski bir sporcu olarak, sporun artık kaba kuvvete dayanmadığını, mutlaka akademik eğitimin gerekli olduğunu biliyordu. Avrupa spor akademilerini örnek alarak, 1968 yılında Anadoluhisarı Spor Akademisi’nin temellerini attı. Ancak açılışını göremedi. Bu Akademi halen Türk sporuna kıymetli sporcular yetiştirmektedir. Daha ileriki yıllarda ülkenin birçok yerinde spor akademileri açılmış, spor eğitimi üniversite eğitimine dâhil edilmiş, eğitimli sporcu sayısı ve de katkısı artmıştır, ortaokul ve liselere spor salonları yapılarak, gençlerin spor yapması sağlanmıştır.

Basketbola yıllarını vermesine rağmen, futbola da çok derin sevgisi vardı, hiçbir maçı kaçırmazdı. Televizyon hayatımıza girmeden önce de maçları radyodan heyecanla takip ederdi. Futbolun sosyal ve kültürel yanını çok iyi biliyordu. Futbol sayesinde insanların, şehirlerin, ülkelerin birbirlerine daha çok yakınlaşacağının farkındaydı. Bize bu konuyu sık sık heyecanla anlatır, eline aldığı bir kâğıt parçasını avucunun içinde küçültür, sporun, özellikle futbolun gelişmesiyle, “ülkemiz bu kâğıt parçası gibi küçülecek, şehirler futbol sayesinde birbirlerini tanıyacaklar, insanlar değişik şehirlerin insanlarını, kültürlerini, yemeklerini, geleneklerini yakında öğrenecekler, halkın ve şehirlerin arasındaki mesafeler kısalacak, böylece iç turizm de gelişecek” derdi. Bu söylem gerçekten çok büyük bilgi, tecrübe ve ileri görüşün ortaya çıkardığı modern bir vizyon demektir. En çok istediği ise İstanbul’a 100.000 kişilik bir stadyumun yapılmasıydı. Planları, projeleri hazırlattı ancak ömrü yetmedi.

Babam futbolun bir sistem içinde oynanmasını ve Anadolu kulüplerinin de profesyonel futbol zevkini tatmalarını istiyordu. O tarihe kadar profesyonel futbol sadece Ankara, İstanbul ve İzmir takımları arasında oynanmaktaydı ve Anadolu takımlarının oynadıkları futbol yerel düzeyde kalmaktaydı. Futbolun bir düzen içinde oynanabilmesi için 1., 2. ve 3. ligleri kurdu. Şehir kulüplerinin de liglere girmelerini sağladı. Futbol mücadelesi daha adil ve daha kapsamlı, bütün Anadolu’yu kucaklayan hoşgörü ve centilmenlik zeminine oturtuldu. Böylece Anadolu kulüpleri de büyük kulüpler gibi profesyonel futbolda söz sahibi oldular. Gaziantepspor’un kuruluşu da bu devreye rastlar. Gaziantepspor kurulurken babamın heyecanını hatırlıyorum, muhalefet “Bakan Ocak kendi şehrine ayrıcalık yapıyor” diyerek Gaziantepspor’un ikinci lige alınmasını tenkit etmişti. Babam hiç vakit kaybetmeden 3. Lig’i kurdu ve Gaziantepspor 3. Lig’e girdi. “Bu takım nasıl olsa orada kalmayacak. Gazianteplilere her zaman güvenim tamdır, destek ve sevgileriyle en kısa zamanda takımlarını 1. Lig’e çıkaracaklar” derdi. Gaziantepspor 1. Lig’e girdi, büyük takımlarla maçlar yaptı. Avrupa’ya gitti. Şehrine galibiyetler getirdi, tabii babam bunları göremedi, belki hissetmiş ve memnun olmuştur diye düşünürüm hep. Başarılı onca yıldan sonra Gaziantepspor zayıflatıldı, gözden çıkarıldı. “Bu durumda babam ne yapardı” diye düşündüm. Tabii bu zor günlerinde takımı yalnız bırakmazdı. Ben de “babamın emaneti” diyerek, kulübün yönetim kuruluna girdim. Ancak önceden karar verilmişti zaten. Hiçbir şey yapılamadı, kaderine terk edildi. En büyük ümidim ve isteğim Gaziantepspor’un tekrar parlak günlerine geri dönmesi… Efsaneler ölmez, biliyorum.

Akademik çalışmaya, eğitime bu kadar önem veren babamın adının Gaziantep’te bir spor lisesine verilmesi gerçekten çok anlamlı ve büyük kadirşinaslık. Gaziantep halkına ve bu kararı veren Gaziantep Valisi Davut Gül, Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin’e ve yöneticilere teşekkür ediyorum. Bir insana, bir esere değer vermek, özen göstermek, onun kendileri için, yaşadıkları şehir için değerli olduğunu bilmek ve korumak apayrı bir kültürdür. Vefalı olmayı gerektirir. Bunu hiçbir kitap yazmaz, bunun eğitimi de yoktur. Nesilden nesile yaşayarak ve yaşatarak geçer sadece. Gaziantepliler de vefa duygusunun çok fazla olduğunu biliyorum, kendilerine yapılan iyiliği de kötülüğü de hiç unutmazlar. Bu okuldan tam da babamın istediği gibi akademik eğitimden geçen kaliteli sporcular yetişecek. Yakın zamanda bu okulun açılışı vardı. Sporcu yetiştirmek için her imkân kullanılmış, öğretmen kadrosu çok güçlü, hepsi idealleri olan hocalar. Öğrenciler pırıl pırıl, dinamik. İnanıyorum ki Kâmil Ocak Spor Lisesi birkaç yıl içinde Türkiye’nin en iyi spor liselerinden birisi olacak, hatta en gözde spor okulu olacak, her branştan en iyi sporcular yetişecek ve Türkiye’nin gururu olacaklardır. Eminim babam da sonsuzluktaki yerinde bunları hissedecektir.

Babam eline aldığı işi en iyi şekilde yapmaya çalışırken, yorgun vücudu ona ayak uyduramıyordu, geride kalıyordu. 27 Mayıs İhtilali’nin, haksızlıkların sebep olduğu tahribatlar ortaya çıkmaya başlıyordu. İki defa kalp krizi geçirdi, buna rağmen sigarayı bırakamadı. Keşke bırakabilseydi. Yasakladığımızı biliyordu, bizden gizli içerdi. Yine de görevine devam etti, yeni projeleri gerçekleştirdi. Yapılan tesislerinin açılışına katıldı. Bu gezilerin birçoğuna ben de katıldım. Her şeye rağmen hızını kesmemeye, hayatla bağını koparmamaya, bizlerle beraber vakit geçirmeye gayret etti. 21 Mayıs 1969 günü Meclis’te arkadaşlarının kollarında yere yığılmış. En verimli çağında, daha nice hizmetler vereceği yaşta bizleri “eksik” ve “yarım” bırakarak sonsuzluğa göçtü. O günkü üzüntümü, üzüntümüzü tarif edecek kelime hiçbir zaman bulamadım. Derin bir yara oldu hepimiz için.

Babam bizim için, Ocak Ailesi için, altında güvenle ve huzurla yaşadığımız bir “şemsiyeydi”. Biz çocukları babamızla hep gurur duyduk, hem çok iyi eş, çok iyi baba olduğu için hem de unutulmaz hizmetlere imza attığı için. Keşke birlikte daha çok zamanımız olsaydı, kim bilir yaşayacak neler olurdu. Hayatın sevincini, üzüntüsünü, heyecanını biraz daha paylaşsaydık. Babamıza yetişememenin üzüntüsünü, burukluğunu, eksikliğini hep içimizde taşıdık. Biz babamızı hiç unutmadık. Babamızın da biz hiç yalnız bırakmadığını, uzaklardan bir yerlerden bizi gördüğünü ve gurur duyduğunu biliyoruz, hissediyoruz. Bundan sonra babamızın manevi desteği bize yol gösterdi. Annemiz bizim şemsiyemiz oldu.

Babamın ölümünden iki yıl sonra Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü yüksek lisans derecesiyle bitirdim. Ticaret Bakanlığı, Dışticaret Genel Sekreterliğinde iş hayatına başladım. Daha sonra Milano Ticaret Müşavirliğine gönderildim. Ailemden ilk ayrılışımdı. İlk defa kendi ayaklarımın üzerinde durduğum bir dönem oldu. Milano’da geçirdiğim dört yıl bana “yalnız yaşayabilirim” güvenini verdi. İtalyanca öğrendim. Milano Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde sosyoloji okudum. Yurda dönüşümde iş arkadaşım Monad Balkan ile evlendim. Bir kızımız oldu. O zamanlar Dışticaret Genel Sekreterliğini dış kadrosu çok fazla değildi. Dolayısıyla meslektaş olan eşleri aynı ülkedeki veya yakınındaki görevlere göndermiyorlardı. Ailemin parçalanmasını istemediğim için görevimden istifa ettim. Bundan sonraki yıllarda ise eşimle beraber görevlendirildiğimiz ülkelerde Türkiye’yi en iyi şekilde tanıtmaya ve temsil etmeye gayret ettik.

Dış görevler hem çok zor hem de çok zevklidir. Gittiğiniz ülkeye zaten ülkenizi de götürüyorsunuz. Attığınız her adımda “acaba ülkem için daha neler yapabilirim?” diye düşünüyorsunuz. Dış görev bir yabancı ülkede birkaç yıl kalıp tekrar ülkenize dönmek şeklinde programlanıyor. Belli bir süre sonra yeniden dış ülkeye gidiş ve tekrar ülkeye dönüş. Taşınmak zor ve zahmetli bir iş. Yeni bir çevre kurmak zor. En büyük sıkıntıya da eğitim çağındaki çocuklar, uygun eğitim kurumu bulmak konusunda çekiyorlar. Diğer taraftan değişik ülkelerde yaşamak, değişik kültürlerle tanışmak, lisan öğrenmek insanları daha esnek ve daha açık fikirli, çağdaş yapıyor.

Pakistan, Karaçi’ye tayinimiz çıktı. Pakistan alt kıtada sıcak, kalabalık bir ülke, halkın büyük çoğunluğu Müslüman. İklim çok elverişsiz, yazın gölgede 50 dereceye çıkıyor. O saatlerde dışarıda bulunmak mümkün değil. Türkleri, Atatürk’ü çok iyi tanıyorlar, İstanbul’u çok seviyorlar. Türk olduğunuzu söylediğinizde sizi nasıl ağırlayacaklarını bilemiyorlar. Türk olana her kapı açılıyor. Karaçi’de sosyal hayat hızlıydı ve diplomatik etkinlikler çok fazlaydı. Biz de katıldığımız davetlere evimizde cevap verirdik. Pakistanlılar iyi İngilizce konuştukları için yabancılarla sık görüşürlerdi. Urduca; Arapça, Farsça ve Türkçenin karışımı bir lisan; öğrenmeye çalıştım bir ara. Herkesin İngilizce konuştuğunu görünce vazgeçtim. Kızım Simge, Karaçi’ye geldiğimizde bir yaşındaydı; altı yıl kaldık. Pakistan’ın ayrı yerel diller konuşan bölgelerine mensup hizmetlilerden müteşekkil bir mini kadromuzdan Urdu, Pencabi, Sindi, Peştu gibi yerel dilleri ve İngiliz okulunda da çok iyi İngilizce öğrendi. Alışverişte bize tercümanlık yapardı.

Ülkenin çok renkli olması beni sanata yönlendirdi sanıyorum. Bir klasik kumaş boyama yöntemi olan ve kumaş üzerine birkaç aşamalı resim çizme tekniği olan batiği ve bizim taş baskı olarak bildiğimiz “block printing” denilen, desen çizilmiş baskılarla kumaşa resim çizme tekniğini öğrendim. Eşim Karaçi’de mesleki yönden çok aktifti ve başarılı oldu; Karaçi’de Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ile beraber bir Türk haftası organize ettiler. Pakistan’da böyle bir etkinlik ilk defa yapılıyordu. Her türlü ihraç ürünü, sanayi ürünleri sergilendi. Defileler yapıldı, Olgunlaşma Enstitüsü’nün el işi ürünleri mankenlerle tanıtıldı; halk oyunları ekibimiz harikalar yarattı. Pakistan o tarihe kadar manken, defile de görmemişti. Çok ilgi çekti. İleriki yıllarda Pakistanlılar da defile yapmaya, etnik giysilerini tanıtmaya başladılar. Emel Sayın konser verdi. Konsere Pakistan Cumhurbaşkanı Ziya-ül Hak da geldi. Cumhurbaşkanının isteği üzerine Emel Sayın ve ekibi, huzurunda konser vermek üzere başşehir İslamabad’a da gittiler. Bu görkemli Türk Haftası’ndan sonra Karaçi’de Türk Haftası adeta bir milat oldu, insanlar bir olaydan bahsederken “Türk Haftası’ndan önceydi ya da sonraydı” diye konuşur oldular.

Bundan sonraki görev yerimiz Sidney, Avustralya’ydı. “Down Under” denir bu ülkeye. Her şeyden, her yerden uzak, kendi içinde, yemyeşil bir ülke. Kıyılar orman, iç kısımlar da alabildiğine çöldür. Avustralyalılar ülkelerini çok severler, “Lucky Country” (Şanslı Ülke) derler. Avustralya’da hayat çok rahat, çok yavaş ve de çok huzurlu idi. Kavga gürültü, yüksek sesle konuşma, bağırma yoktur. Her şey çok düzenlidir. Kanunlar ve kurallar insanların rahat yaşaması için vardır; bilhassa kadınlar, çocuklar ve yaşlılar için. Okullar, hastaneler bedavadır. Devlet her sıkıntısında vatandaşının yanındadır. Tam da sosyal devlet anlayışının toplumun her kesimine yerleştirildiği bir ülkedir. Sidney’deyken kendimi hep tatilde gibi hissederdim. Herhalde biz mücadeleye, kargaşaya alışığız fazla huzur bize göre değil. Diplomatik etkinlikler başşehir olmamasına rağmen yine çoktu. Avustralyalılar yabancılar ile fazla görüşmezlerdi. Çeşitli milletlerden Avustralya’ya yerleşenler çoktu. Devlet göçmenlerin uyum sağlaması konusunda çok özen gösterirdi. Burada da “gutta” denilen erimiş balmumu ile ipek üzerine yapılan modern batik ve pirinçten elde edilen kâğıt üzerine özel boyalarla Çin manzaralarının, bambu ağaçlarının ve çiçeklerin çizildiği Çin resmini (Chinese Painting) öğrendim.

En son dış görev yerimiz Macaristan, Budapeşte’ydi. Budapeşte çok güzel, rüya gibi bir şehir. Eski yapıları restore etmişler, çok iyi korumuşlar. Buda ve Peşte şehirlerinin birleşmesiyle meydana gelmiş Budapeşte, Tuna Nehri şehrin ortasından geçiyor. Tuna’nın bir yanı Peşte, diğer yanı Buda (Budin). Türkleri çok seviyorlar. Zaten Attila’nın soyundan geldiklerini her zaman vurgularlar. Macarca zor bir lisan. Gramer yapısı Türkçeye çok benziyor, ortak kelimeler çok. Çeşitli kurslara giderek Macarca öğrendim. Türk eserlerini, izlerini, hamamları, ünlü Gül Baba Türbesi’ni çok iyi korumuşlar. Bizim görev dönemimizde Türkiye olarak bir restorasyondan da geçirdik. Burada iki dilin benzerliğine ilişkin ünlü bir cümleciği anmadan geçemeyeceğim: Macarcası: “Şok alma van jebemben”, Türkçesi: “Çok elma var cebimde”.

Kızım dünyanın en iyi üniversitelerinden kabul edilen Budapeşte Teknik Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Macaristan’da görev bitiminde yurda döndük, eşim emekli oldu. Artık Türkiye’deyiz.

Siyasetle ilişkimi hiç koparmadım. Türkiye’ye her dönüşümüzde siyasi faaliyetlere mutlaka katılırdım. Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğruyol, tekrar Demokrat Parti benim için hep “baba ocağı” oldu. Çeşitli kademelerde görev yaptım. Şimdi ise Rıfat Serdaroğlu’nun kurduğu Doğru Parti’nin kurucu üyesi ve Genel İdare Kurulu üyesiyim.

Bir arkadaşımın teşvikiyle Ankara’da ebru sanatına başladım, öyle büyülü bir sanat ki bırakamadım. Hayatımın bir parçası oldu. Bana göre, ebru yoğunlaştırılmış sıvının, doğanın canlı renkleri içinde dans etmesi, ebrucunun yaratıcılığının, hayalgücü ve ruh halinin su ile birleşerek veya çatışarak kâğıda aksetmesiyle sonsuzluğa ulaşmasıdır. Renklerin, desenlerin, şekillerin birbirine karışmadan kucaklaşmasıdır. Ebru, “sudaki nakış”tır. Yapılan her ebru tektir, aynısını bir daha yapmak mümkün değildir. Ebru sanatının üç unsuru vardır, yapışkan sıvı yani kitre, boyaların sıvının üzerinde kalmasını sağlayan sığır ödü ve suda erimeyen, asit ve kazein içermeyen, ışıktan etkilenmeyen toprak ve bitkisel boyalardır. Ebru, ebru teknesinde yapılır. Ebru kâğıdı, emici özelliği olan, az asitli mat kâğıttır. Ebru fırçası at kılından, sapı ise gül dalından yapılır. Benim ebrularım geleneksel ebrulardan konu olarak farklıdır. Geleneksel ebrunun konusu genelde çiçekler; gül, karanfil, lale, menekşe vs. olur. Ben de geleneksel ebru malzemelerini ve aletlerini kullanıyorum. Ancak çevremde gördüğüm her objeyi tekneme yansıtmaya çalışıyorum; ağaçlar, çiçekler, evler, insanlar, kuşlar vs. “Suyun üzerine resim, tablo yapıyorum” da denebilir. Ebrularım resim sanatının perspektif, kompozisyon, renk armonisi gibi unsurlarını içerdiği ve konuları bakımından da klasik ebrudan farklılık gösterdiğinden bana özgün bir üslup ortaya çıkmaktadır. Ebrularımı ilk defa görenler hayret ediyorlar, “Ebru sanatı böyle de oluyormuş!” diyorlar. Yenilik her zaman heyecan uyandırıyor. Sanat üslubumu, “geleneksel ebru teknik ve malzemelerini kullanarak çevremizde gördüğümüz objeleri ebru teknesine aksettirip ebruya çağdaş bir yorum getirmek” olarak özetleyebilirim. Ebru biraz kıskanç bir sanattır. Sadece kendisi ile ilgilenilmesini ister. Onun için ebrucunun her türlü düşünceden, karamsarlıktan uzak, tekne başında renklerle baş başa kalması gerekiyor. Yoksa renkler küserler. İstenilen sonucu vermezler. Kendimi hiçbir zaman çok iyi bir ebrucu olarak görmem. Sadece bu sanata gönül vermiş bir ebrucuyum. Ancak seçtiğim konularla ebruya yeni bir soluk, yeni bir yorum, değişik bir bakış açısı getirdiğimi biliyorum. Gelişim ve değişim göstermeyen her şeyin duraklamaya ve yok olmaya mahkûm olduğunu düşünüyorum.

Seramik yapmayı da seviyorum. Henüz bu konuda amatörüm. Öğrenmem gereken çok şey var. Toprakla uğraşmak, çamuru yoğurmak, şekil vermek ve ortaya bir eser çıkarmak çok hoşuma gidiyor. Toprak becerikli ellerde sanata dönüşüyor. Seramik, insanın güzelliği, estetiği, mükemmelliği arayarak çamuru, toprağı sanata dönüştürmesidir, toprağın yüzyıllara meydan okumasıdır. Anadolu medeniyetinin simgesidir.

Nükhet OCAK BALKAN





















Paylaş: