“VEREN EL ALAN EL – SEFER TASI” MEHMET TEKERLEK İLE RÖPORTAJ
1963 yılında memuriyeti sırasında yaşadıkları, onun yaşamında dönüm noktası olur. Gaziantep’te genç kızlar için açılan el sanatları kursuna katılacak kursiyerleri belirleme görevi sırasında şahit olduğu yoksulluk manzaralarından vicdani olarak etkilenir.
Bunca yoksulluk varken, tanık olduğu israf görüntüleri, ona yaşam felsefesi olacak yeni bir yolun başlangıcıdır. Artık lokantalardan artan yemekler çöp olmayacak, hayır olarak birilerine ulaşacaktır. Satılmayan yemekler; sefertasında önceleri yaya olarak daha sonra motosikletle, ardından Anadol kamyonetle fakir semtlerdeki boş kalan tencerelere taşınır.
Bu yardım halkaları Mehmet Tekerlek’in gayretleri ve Gazianteplilerin desteği ile çeşitlenir. Sefertası ile başlayan bu iyilik hareketi artık okula gidene kalem defter, evlenene çeyiz, hastaya ilaç, akan çatılara kiremit olmuştur…
2016 yılında TRT tarafından çekilen ve yapım-yönetimini Salih Soysal ve Adem Şenay’ın üstlendiği “Veren El Alan El- Sefertası” Mehmet Tekerlek belgeseli için Salih Soysal’ın Röprtajı:
S.S. : Kaç yıl memurluk yaptınız?
M.T. : 29 sene.
S.S. : Doğma büyüme Antepli misiniz?
M.T. :Dört yüz seneden beri Antepliyiz. Müzede Şer-i Mahkeme Sicilleri diye bir kütük var. Kırk küsur cilt Şer-i Mahkeme Sicilleri orada bulunur, eski Antep’in ilk kuruluşuna yakın zamandan beri bütün gelen geçen olayları, kaymakamları, hâkimleri, vs. büyük olayları zikreder. Bizimde o Şer-i Mahkeme Sicilleri’nin galiba 40. veya 41. cildinde dört yüz seneden beri Antep’te olduğumuzu belirten kayıtlar var.
S.S. : O halıcılık kursuna kız çocuğu bulmak için, kaç gün dolaştınız? Nerelerde dolaştınız?
M.T. : Bütün kenar mahalleleri. Bakanlık, modern halı tezgâhları,1. , 2. , 3. gelene hediye ediyordu. Halıcılığı yaymak, mahalli küçük el sanatlarını daha doğrusu bu el sanatını yerleştirmek ve yaymak için Sanayi Bakanlığı Küçük El Sanatları Genel Müdürlüğü böyle bir kampanya başlatmıştı. Bu kurslara on beş yaşından küçük olmayan, en az ilkokul mezunu kişiler kayıt yaptırabilecekti. Kayıt şartı buydu. Bu şartlara uygun kız çocuğu bulmak için mahalle muhtarlarıyla her mahalleyi kapı kapı taradık. Bu taramalarda gözüme ilişen çok fakir, geliri olmayan, perişan aileleri gizlice not defterime aldım; bir taşla iki kuş vuralım, dedim.
Sonra onları ziyaret ettim; hatta hayırsever tüccarlarımızı, işadamlarımızı da götürerek o aileleri gösterdim; a’dan z’ye gereken tüm ihtiyaçlarını gösterdim. Belediye Başkanımız Ömer Can vardı, kendisi inşaat mühendisi, onu da götürmüştüm. Antep’imize gelen, şeref veren Bakanlar oluyordu. O bakanları da Ömer Bey ile beraber gezdirdik. Her birinden büyük dersler aldılar. Hatta evvela Ömer Bey’e de serzenişte bulundular: Yaa, bu genç çocuk kenar mahalleleri taramış, bu kadar perişanları tespit etmiş, yardım yapıyor. Siz belediye olarak ne yaptınız? Nasıl oturuyorsunuz, diye kendilerine tacizde bulundular. Ertesi günde Ömer Bey daha sağdır, dostluğumuz da hala devam ediyor. Çok âlicenap bir zattır. Bu olay üzerine kendi evinden zahire namına ne varsa arabasına yüklemiş, hanımını da yanına almış gelmişti. O evindeki zahireleri dağıttık fakir fukaraya…
S.S. : Peki siz yemeği dışarıda mı, lokantalarda mı yiyordunuz?
M.T. : Benim daireye yakın bir baba dostu lokanta vardı ”Doy-Doy Lokantası”. Eski postanenin yanında, yakınlarında. Doy-Doy Lokantasında bol kepçe ve kaliteli yemek, ucuz fıyataydı.
S.S. : O yemeklerin fazlasını ne yapıyorlardı; döküyorlar mıydı?
M.T. : Tabii aşçısı, aşçıbaşısı, çırağı sabahın erken saatlerinde gelip kaç türlü yemek çıkaracaklarsa o yemekleri hazırlamış; gecenin geç vaktine kadar da porsiyon porsiyon servis yaparak satışını yapmış oluyorlardı. Bir an evvel küvetlerde kalan bir iki porsiyonluk yemekleri de döküp evlerine, yataklarına ulaşmak istiyorlardı. Çünkü yorgunluktan ayakta uyuyor, nerdeyse sallanıyor oluyorlardı.
Ben bu olaya muttali olunca, yaa bu dökeceğiniz yemekleri bana verin, fakirlere dağıtayım, dedim. Çok iyi olur, biz de kurtuluruz, sevaba da gireriz, dediler. Hatta çokta memnun oldular. Lokantanın kapanmasından on-on beş dakika evvel gelirsen o yemekleri alma şansın olur; yoksa dökülür gider, dediler. Çünkü çalışanlar yorgunluktan bir an evvel eve ulaşma çabasında oluyorlardı.
S.S: Yemekleri ne ile götürüyordunuz, sefer tasıyla mı?
M.T. : Önce sefer taslarıyla toplayıp servis yapmaya başladım. Sonra sefer tasları yetişmedi küçük geldi; ağzı kapalı satıl, yemek satılları ve büyük kovalar ile devam ettim. Bakırcılar tanıdık dostlarım vardı, onlara durumu anlattım. Bize özel, istediğimiz hacimde bakır kazanlar yaptılar, kalayladılar verdiler. Herkes yardım eli uzattı, bir elin nesi var iki elin sesi var.
Sonra bir lokanta ile kalmadı, duyan diğer lokantalar da imrendiler. Yav bizdekileri de alın, biz de dökmeyelim. Günahına girmeyelim, dediler. Bir kaç lokantayı daha ilave ettik. Anlayacağınız görenler, birbirinden duyanlar yardım için sıraya girdiler. Ben de; bu insanlar için elimden ne gelir, durumlarını düzeltmek için ne yapabilirim, diye çareler düşünürdüm. Kimleri haberdar etmek gerekirdi, kimleri uyarmalıydım, kimlere göstermeliydin bu yoksulluğu? Bunların planlarını kuruyordum kafandan.
S.S. : O yoksulluğu, sefaleti görünce nasıl bir vicdan azabı duydunuz? Neler hissettiniz?
M.T. : Bu insanlara ne yapılabilir, onları insanca yaşatmak için ben ne yapabilirim, kimlere haber vermeli; bunları düşündüm, planladım.
Sorumluları, yardımseverleri bizzat kendi arabalarıyla veya benim Simson motosikletim vardı onunla; sanki onları zorla götürür gibi ısrarla, randevu veririler randevularında durmazlar, ben de ısrarlarıma devam ederek ertesi gün gene giderim yanlarına, elimden kurtulamazlardı, illa götürürdüm onları o ailelerin yanına. Bu kadar ısrarla götürdüğüm kişiler sonradan özür dilerlerdi; biz suçluyuz, daha evvelinden haberimiz olmalıydı, derlerdi. Zekâtımızı biz yerine mazruf kılamıyormuşuz, meğer bundan evvel yerine ulaştıramıyormuşuz zekâtımızı, sadakamızı, derlerdi. Hakiki yerine ulaştırdığın için, vesile olduğun için ayrıca teşekkür ederiz, diye memnuniyetlerini belirtirlerdi.
S.S. : Peki senenin üç yüz altmış beş günü, yani her gün mü götürüyordunuz ihtiyaç sahiplerine bu yemeklerden?
M.T. : Hiç ara vermedik; kar, yağmur, çamur… Hele o yıllarda şehrin ana caddelerinde bile asfalt yoktu. Kenar mahalleler; kayalıklar, düzlükler dünyanın kuruluşundan beri fiziki şekil ne ise o vaziyetini muhafaza ederken fazladan insanların izi vardı. Vasıta bile yoktu ki o dönemlerde, olsa da oralara vasıta girmezdi; dar bozuk sokaklar, inişli çıkışlı çukurlar, kayalar… O vaziyetteydi kenar mahalleler.
S.S. : Peki yemek götüremediğiniz zamanlar da oluyor muydu? O zamanlar ne hissediyordunuz?
M.T. : Ulaşamadığın köyün beri yanında yat, derler. O gün gideceğim kapı çok ve yemek az ise uğrayamadığım evler için üzülürdüm. Onları derecelendirmiştim. Birinci derece, ikinci derece, üçüncü derece ihtiyaç sahipleri diye. Yemeği mevcudiyetine göre, onların da sırasına göre ulaştırırdım. Kimseyi mahrum etmemeye çalışırdım.
S.S. : Motorunuz nasıl bir motordu?
M.T. : Simson marka küçük bir motosikleti. Arkasına özel tesisat yaptırdım, hem dümenin sağına soluna da torbaları asmak için, heybeler ile sepetlik de vardı arkada. Sepetliğe üst üste iki-üç sandığı -meyve sandığını- devrilmesin diye sicimlerle bağlardım. Lokantalardan kalan ekmekleri, ekmek kırıklarını da ayaklarımın arasına, önümdeki çuvala doldururdum. Kucağımda -yirmi-otuz kilo gelir- koca ekmek torbası, benim başımın hizasında, arkada da o sepetlikte üç-beş sandık üst üste sicimle bağlanır… Ben caddelerden geçerken kahvehanelerde oturanlar motosiklete bakıp, yaa bunun sahibi nerde kendi kendine mi gediyor, diye espri yaparlarmış. Ben ortada zar zor görünürdüm…
S.S. Hiç düştünüz mü motordan?
M.T. : Karlı ve soğuk havalarda yerler donmuş olurdu; böyle zamanlarda motor kayar, bazen da devrilirdi. Motor devrildiğinde çoğu zaman yemekler de dökülürdü. Hatta benim kunduramın içine kadar yemek girerdi; o salçalar yemekler, çorbalar… Pantolonumun paçalarına kadar dökülen bu yemekler bulaşırdı. Öyle zorlu günler de yaşadık…
Böyle zamanlarda yemeğin döküldüğüne değil de fakir fukaranın rızkının gittiğine üzülürdüm. Çünkü o yemeğin bir kaşığı bile fakirin kursağına girdiğinde dua eder, açlıktan kurtulurdu. Elbise yıkanır, kıymeti yok kirlenmesinin…
S.S. : Ondan sonra ‘Anadol’ marka kamyonete geçmişsiniz, kamyoneti kendiniz mi aldınız?
M.T. : Yok! İçinde kuruşum yok… Bizim çalışmalarımızdan duygulanan iş adamı dostlarımız, yakınlarımız kendiliklerinden teşebbüse geçiyorlar, evvela benzinli Anadol araba aldılar ve bu iş için bana hediye etiller. On beş sene Anadol’u kullandım. Bundan evvel motosiklet arz etmiştim. Benzinli motosiklet, Simson kullanmıştım. On sene de mazotlu motosiklet aldık gene…
S.S. : Bu dağıtımlarda kullandığınız araçların benzinini, mazotunu nasıl karşılıyordunuz?
M.T. : Hep hayır sahipleri alıyordu. İçinde benim kuruşum yok. Benzini, mazotu başkaları alıyordu. Eee, onu da pompacı arkadaşlar, yakıt satanlar, yardım ederler karşılıyordu. Kendi kesemden aldığım nadir olurdu. Destekleyen dostlar sağ olsun. İnşallah hepsinin de amel defterine işlenmiştir yaptıkları hizmetler. Bir elin nesi var iki elin sesi var.
S.S. Sonra minibüse geçmişsiniz.
M.T. : Evet, kapalı model Ford transit aldılar. Önceki ‘Anadol’ çadırlıydı. Arkası açılır örtülürdü ama gece içerisinde bir şey saklayamazsınız, çalarlar; ayrına kedi girer, köpek girer. Kapalı transit olduğu zaman anahtarlı, kilitli kapılı, muhafazalı… Her şeyin kolay saklanır; hiçbir şeyin zayi olmaz. Sonra bunların arıza verdiği zamanlarda da bakımını Ford servisleri bir kuruş ücret almadan tamirini yaparlar, gerekirse parça değişmesi icap ediyorsa parçasını değiştirirlerdi. Yeter ki bu araba hizmete devam etsin.
Vatandaş arabasını bizden evvel servise tamire getirmiş olsa bile, kalfaya tamirciye tembih ederler, bizimkine öncelik hakkı tanırlar; onu bırakın evvela Mehmet Tekerlek’in arabasını işini bitirin, o hizmete devam etsin, hizmeti aksamasın, derlerdi bütün tamircilerimiz.
Arabamız bazen gece yarısı yolda kalır, icabında bir yerinde ufak arıza olur, tamirci arkadaşları gece yarısı uyarırdım. Arabamızın bulunduğu sokak, dağ, tepe neredeyse oraya -bilhassa Ahmet Özçubukçu, kulakları çınlasın- karda, yağmurda… El feneriyle aydınlatmak suretiyle tamirini yapar, arızasını giderir, kendileri evine gider biz de işimize devam ederdik. Ahmet Özçubukçu; emeği ucuz, kendisi kıymetli, sanatkâr bir oto ustası idi.
S.S. Peki o yemekleri götürdüğünüzde ihtiyaç sahiplerinin yüzlerinde nasıl bir ifade olurdu?
M.T. : Yaa! Onu hiç sormayın! İnanın ki bazı evlerde bizim de gözümüz yaşarırdı. Üç beş çocuklu bazı aileler aç yatmış olurdu… Yaz günü, on metre karelik ancak bir avluları var, bir hasırın üstünde yatıyorlar, şiltelerin içinde. Biz daha kapıya varmadan arabanın sesinden çocukları uyandırıyorlar, aç yatmışlar çünkü. Ali, Hasan, Fatma, Ayşe kalkın kalkın yemek geldi. Kalkın, Mehmet abiniz geldi, diye onları tek tek uykudan uyandırıyorlar. Seviniyor küçücük çocuklar, aç yatanlar yemeğini yiyip tekrar yatıyor. Bunlara hep şahit olduk.
Kimi zaman caddede, yolda, geçtiğim herhangi bir yerde babayiğit, yakışıklı, üstü başı temiz bir genç tutup elime sarılıp öpüyor. Yaa, sen kimsin, necisin? Yaa, biz senin getirdiğin yemeklerle büyüdük, bizi sen besledin. Ben filan Fatma bacının oğluyum. Öteki de, Ayşe bacının oğluyum. Evimiz filan yerdeydi, bilmiyor musun, unuttun mu? Hakikaten unutmuşum; evini, filanını, adını ne bileyim. Zaten küçük çocukmuş o zamanlar. Babayiğit adam olmuşlar, işe girmişler… Ben kendilerini tanımam, elimi öpüyorlar, sahip çıkıyorlar. Ben de kendilerini vefalarından dolayı alınlarından öpüp, saygı ve hürmetlerinden dolayı hem memnuniyet duyuyor, hem hicap duyuyorum. Yıllar sonra bu minnettarlık hala devam ediyor. Allah bize bu günleri de gösterdi diye memnun oluyorum.
S.S. : Peki bu yemekleri dağıtırken sizin karnınız tok muydu?
M.T. : Aç olduğum da oluyordu. Ben yemeğe fazla düşkün değildim. Gece pek yemek yemem; tok olursan uyku bastırır, rehavet basar, çalışma arzun körelir. Yarı aç, yarı tok olmalı insan. Yağmurlu, karlı havada bir evin ya da bir dükkânın çıkıntılı, üstü örtülü yerlerine arabayı çeker, sığınırdım. Şoför mahallinde bir saat-iki saat uyuduktan sonra tekrar yola devam ederdim. Çünkü artık direksiyona hâkim olacak durumum kalmaz, uyku bastırır, yüzümü de yıkasam, başıma boynuma su da döksem on dakika sonra uyku hiç aman dinlemez gene bastırırdı. Onun için bir-iki saat uyumazsam uykuyu aldatamazdım. Uyumak, uyumuş gibi olmak tekrar güç kazandırır; gücümü toplar yola devam ettirdim.
S.S. : Peki, kamyonetle biraz kolay oluyordur da soğuk havalarda korunmak için motorlu ne yapıyordunuz?
M.T. : O zamanlar eldiven kullanıyordum. Önünde dizlikler vardı, büyük mika vardı; yüzümü, göğsümü rüzgârdan korusun diye. Alttan yün eldiven, onun üzerine de meşin eldiven takıyordum; çift eldiven kullanıyordum elimin donmaması için.
S.S. : Peki, yemekleri dağıtıp, her yere ulaştırıp, o insanların karnının doyduğunu gördükten sonraki o iç huzur nasıl bir şeydi?
M.T. : Yaa! Eve dönerken kanatlanıyorsun o zaman, o zevk tarif edilmez.
S.S. : Size dağıtabilmeniz için yemek verenlerin duyduğu hazzı bize anlatabilir misiniz?
M.T. : Tabi onlar da vesile oldukları için, israfı önlediğimiz için kendilerini de bu günahtan kurtulmuş hissediyorlardı. Bize vermeseler dökeceklerdi, dökmek içlerine sinmiyordu, dökmek istemiyorlardı ama alan da olmuyordu. Kime versinler? Mecburen dökülecek. Bizim vesilemizle hem günahtan kurtuluyor, hem de muhtaç olanın kursağıma girdiği için de mutlu oluyorlardı.
S.S. : Sadece karnı aç olan değil, herhalde hasta olan da geliyordu. Hasta olanlar içinde ne yapıyordunuz? Sizden ilaç isteyenlere ne yapıyordunuz?
M. T. : Doktora götürdüğümde oluyordu. Tanıdık doktor arkadaşlar vardı. Ben kartımı verirdim yahut öyle giderlerdi. Benim kartımla gidince yakından ilgilenirlerdi doktorlar. Reçetelerini de alırdık, yaptırırdık. İlaç parası olan olmayan, reçeteye kimler el atabilecekse onlara söylerdik, yapar mısınız, alır mısınız, verir misiniz, diye. O kişiler de ellerinden geleni yaparlardı.
S.S. : Bu konuda size yardım eden eczacılar var mıydı?
M.T. : Vardı tabii ki. Eczacı Ahmet Aksoy, babaları da eczacıydı, Antep’in en eski eczacısı. Eczacı Ahmet Aksoy diye Alaybey’de hala torunları devam ediyor, ikinci üçüncü kuşak. Başka eczacılar da vardı tabii ki.
S.S. : Peki elektriğini, suyunu ödeyemeyen de sizden yardım istiyor muydu?
M.T. : Yaa! Hala var, o hala devam ediyor. Elektrik borcunu, su borcunu ödeyemeyen, elektriği kesilen; ona da yardım eden hayırsever dostlar vardı. Hatta bir tanesinin ismini söylemekte mahsur görmüyorum. Çok âlicenap, Antep’in eski belediye başkanı, inşaat mühendisi Ömer Can var. Ne kadar böyle elektrik, su borcu varsa ödemiştir. Şimdi iş adamı, ayrı bir iş kolunda çalışıyorlar oğlu kendisi. Böyle olursa ne kadar varsa getir ben ödeyeyim, derlerdi. Geçen gün birinin dört yüz milyonluk elektrik, su borcu birikmişti. Yaa bunlar ne yapıyorlar bu kadar meblağ niye yükselmiş, dedim? Kimisi iki aylık-üç aylık birikmiş, kimisi bir evde tek elektrik veya su sayacı, yani ayrı sayaç yok; iki, üç kiracı aynı sayaçtan kullanıyor. İşte onların su sayaçları, elektrik sayaçları kiracıya göre ayırma mal sahibinin işidir. Onu da yapmıyorlar.
S.S. : İnsanoğlu çok israf ediyor değil mi?
M.T. : Yaa! Hem de çok! Daima söylerim, aklımdan da çıkmaz. İslamiyet’te de bir emir var; israf haramdır. İslamiyet’in emri apaçık. Hocalarda her zaman hutbelerde söylerler. Keşke bu söz şöyle söyleseydi: İsraf helaldir! Böyle denmiş olsa herhalde bu kadar israf olmazdı, helale belki o kadar koşmazdık! Türk milletini, hepimizi batıran israftır. Biz de fakirlik biter mi, biter; bitmese de çok azalabilir. Herkes kendine göre israf içindedir; bilerek yada bilmeyerek israf ediyoruz birçok şeyi.
S.S. : En çok neyi israf ediyoruz?
M.T. : Yiyen de, içen de israf ediyor. Elektriği de, suyu da… Bir yerin elektriği açık olmalı bir evde; girdiğin odanınkini açarsın, çıktığın odanınkini söndürürsün. Bu yapılmaz, iki üç yerin elektriği aynı zamanda açık oluyor maalesef.
S.S. : İnsanlara yardım etme arzusu çocukluğunuzdan beri var mıydı? Mesela çocukken komşularınıza yemek götürür müydünüz? Komşularınızdan size yemek tabağı gelir miydi? Böyle bir paylaşım var mıydı yetiştiğiniz çevrede?
M.T. : Hala devam ediyor bu gelenek; cenaze evlerine konu komşudan, hısım akrabadan, milli örf âdetimiz olarak çok yemek gönderilir, yemek yağar adeta. Yirmi kişilik misafir varsa elli kişilik yemek gelir; gelen bu yemeklerin artanını bize verirler. Artanı çok artar; dökülmez, günah. Hepsi bizi çağırır veyahut kapıya kadar getirirler eve getirirler, gece saat on da-on bir de yemek gelir. Cenazemiz vardı, çok yemek arttı, derler. Daha dün gene geldi. Her türlü yemek olur içinde; kebapta olur, ev yemekleri de olur, sulu yemekte olur, pilav da olur, hatta ekmek bile olur. Ekmeklerin hiçbirisi atılmasın, derim. Bir parça ekmekte olsa ekmek kırığını da getirin, o ekmek kırığını da değerlendiririz verecek yer var. Sulu yemeklere doğrar yerler, derim.
İşte bunu arz edeyim; sözünüzü ballan böleyim. Günahı unutmuşuz sanki. Şimdi sizinle sokakta gezsek çöp kutularının, bidonlarının dibinde poşet içinde yere konmuş veya çengellere asılmış çok ekmek görürüz. Bunu özel olarak toplayanlar var. Topluyorlar o ekmekleri; davarcılara yem olarak satıyorlar. Bu ekmekleri toplayıp satan ve o parayı da fakirlere veren bir arkadaş var mesela.
S.S. Çocukluğunuzda arkadaşınız sapanla kuş avlarken siz kıyamazmışsınız o kuşlara. O anılarınızı bizimle paylaşır mısınız?
M.T. : Ev komşularımız. Sabancı Şükrü, babaları sabancılık yapardı. Sabancı Şükrü Efendi merhumunun oğlu Hayri. Sokak arkadaşlarımız; aşıklı gülle oynadığımız, uçurtma uçurduğumuz yaşıtımız çocuklar. Onlar bizim gibi ince düşünemiyorlardı herhalde. Hepimizin cebinde ağaçtan yapılma çatal (sapan) olurdu. Ben canlı hedefIere atmazdım. Nişancılık yapmak için, attığını vurabilmek için; filan dala, filan yaprağa, filan hedefe atış yapardım ben. O Hayri ve diğer arkadaşlar serçeye atarlar vururlar, güvercine atarlar vururlar, hemen kafasını koparır cebine koyarlardı; onu hatırlıyorum. Hala yüreğim parçalanıyor. Hayvan vurulur düşer; hemen kafasını koparır, cebine koyardı Hayri. Eve de götürür yerlerdi. Aç olursan şeriat yol verir ama bile bile, zevk için avcılık haramdır, günahtır.
S.S. : Kaç yaşındaydınız o zamanlar?
M.T. : On yaşlarında; ilkokul çağlarında… Hayvanın belki yuvasında yavrusu vardır; ne bileceksin. O hayvanı korumak için daima koruma hissim galip gelirdi, hala da öyle. Onu atarken şaka yapmış gibi veya tesadüfen olmuş gibi dirseğimle koluna değerdim. Attığı sapan taşı veya lastik çatal taşı bu sayede hedefe ulaşmazdı. Hayvan da o zaman kaçıp canını kurtarırdı. Bu koruma duygusu hala devam eder bende, hayvanlara kıyamam.
S.S. : Merhamet sahibi olmak başka bir şey. Yolda bir çukur görseniz bile kapatırmışsınız öyle mi?
M.T. : Yolda bir taş parçasını görsem birinin ayağına deyip zarar verir, devrilmesine sebep olur diye kaldırır kenara koyarım. Yollardaki çukurları, ufak tefek taşlarla doldururum. Çocuklara zarar verecek her şeyi kaldırmak sünnettir. Bunu daima yaparım, hala da yapmaya devam ediyorum. Onları kaldırırım, ya çöp kutusuna atarım ya da yerini değiştiririm. Yolculara zarar vermeyecek hala getiririm muhakkak.
Tam yolun üzerindeyse, başka geçecek yol yoksa onu kapatırım. Sağdan soldan taş toprak bir şeyler bulup kapatırım. Kapanmayacak derecede büyük değilse kapanır tabii ki.
S.S. : İnsana ne lazım, neyi biriktirmesi lazım?
M.T. : Arkasından hayır duası alacak, iyi adamdı dedirtmeli; aman öldü de insanlar şerrinden kurtuldu, dedirtmemeli. Arkasından bir Fatiha okutabilirse, isminin geçtiği yerlerde içinden bir Fatiha okunursa yeter. Ardından bir Fatiha okutabilmek büyük bir kazançtır.
‘’Ne kendi eyledi rahat.
Ne halka verdi huzur.
Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehli kubur…’’
Sağlığındayken ne kendi kendini rahat ettirdi, ne etrafını rahat ettirdi. Etrafa daima zarar verdi. Daima beddua aldı. Kendisi gibi etrafını da rahatsız ederdi. Öldükten sonrada aman herkes şerrinden kurtuldu. Allah kabir komşularına sabır versin, dedirtmemeli.
S.S. : Peki şimdi bu yazıyı okuyacak olanlara bir mesaj vermek isteseniz, çocuklarına neyi öğretmelerini önerirsiniz?
M.T. : Evvela her şeyin başı İslamiyet ve din, derim. Çocuğa din ruhu, İslamiyet ruhu aşılanmazsa dinsiz adamdan her şey beklenir. Din hepsinin kilididir, anahtarıdır, açılan nur kapısıdır. Kişinin kendisi namaz kılıyorsa çocuğun da elinden tutup küçükken camiye getirip götürmeli. Bunu yapan bazı kişiler var, camide rastlıyorum. Adam daha beş altı yaşındaki çocuğunu da beraber getiriyor camiye; böylelerini tebrik ediyorum. Her şey küçüklükten başlar, sonradan yola getirmek zor olur.
S.S: Babanızın size yaptığı ve hiç unutamadığınız bir şey var mı?
M.T. : Çok hayırseverdi babam; manifaturacıydı kendisi. Dedem de manifaturacıydı, amcalarımda. Babam esas dokumacıydı; dokumacılığı a’sından z’sine kitabını yazacak kadar vakıfiyeti olan bir kişiydi. Uzun süre toptan-perakende manifaturacılık yaptı. Dükkânımızın önünde kaldırım vardı. Kaldırıma ne dükkân sahibi ne de seyyar satıcı eşya koyamazdı. Belediye görevlileri, belediye zabıtası gelir, kaldırırdı. Fakir bir adam vardı şalvar mı ne satardı. O elinde satar, götürür getirirdi. Yoksa bizim dükkânın önünde müsait yer vardı. Oraya oturttururdu babam. Ona dokunmayın benim dükkânımın önünde satsın, derdi. O’nu öyle korurdu. Babam da çok hayırseverdi. Her cuma Esenbek Camiinde bir koyun kestirirdi. Antep’in en büyük, en kıymetli aşçısı Ahmet Çelebi idi. Avluda kazan kurulurdu, yüz litrelik… Ardından pilav yapardı Antep’in en iyi aşçısı. Sulu yemek yapar, gelen giden yolcu, komşu oturur yerlerdi. Kap getirmişlerse kaplarını da doldurup evlerine götürürlerdi. Bu hal, babam ölünceye dek devam etti. Şimdi de kardeşlerimizle buna benzer şeyler yapıyoruz.
S.S.: Kazan kurmak da önemli bir işmiş değil mi? Güzel kazan kurarmışsınız?
M.T. : Mahşeri kazanı olurdu evvelden; şire yapılırdı bunlarda. Bizim üç-dört dene bağımız vardı. Birisi sade cevizlikti.
Yetmiş bin-seksen bin ceviz gelirdi her sene tarlamızdan; bol bol ceviz korduk evimize. Komşular ve gelip giden diğer misafirlere ceviz kırılır; ceviz, bastık, tarhana, dilme diye şire çeşitleri vardır bizde ve bunlar gelen misafire ikram edilirdi. İşte bir bağımız vardı, ceviz ağacının çokluğundan diğerleri gelişmez, ağaçların gölgesinden dolayı yetmiş seksen bin ceviz gelir hem belediye halında satardık, hem de eve sekiz on bin ceviz bırakırdık gelen giden için.
S.S: Peki bu kadar fakir fukara görmüşsünüz. Bunların içinde ya şu vardı, ona ulaşamadım, ona yardım edemedim diye üzüldüğünüz kimse var mı?
M.T. : Yok! Hiç hatırıma gelmiyor; gördüğümüze muhakkak el atmışızdır. İmkân nispetinde, mevcut ne varsa onu fakirlerimin listesine alırım.
S.S. : Pişman olduğunuz bir şey var mı hayatınızda? Ya da imkânım ve zamanım varken keşke şunu yapsaydım dediğiniz bir şey var mı?
M.T. : Eyvah diyecek hemen hemen bir şey yok aklıma gelen. Gücümün yettiği, zamanımın yettiği her şeyi gecikmişte olsa yapmışımdır, yerine getirmişimdir. Hala da bu böyle devam ediyor.
S.S. : Hiç evlenmemişsiniz. Başka sebeplerden dolayı mı olmadı yoksa bu hayır işlerinden mi zaman bulamadınız?
M.T. : Onun da sebepleri var; bunda yapmaya çalıştığım yardımların da tesiri var tabii ki. Bendeniz çok müşkülpesent biriyim. Kafa dengi bir hanım kız olmasını arzu etmiştim… Tertip, artı nizam, artı intizam, eşittir iman diye bir formül oluşturmuştum kendi kendime. Tertip+Nizam+İntizam=İman. Kelam-ı kibar vardır. Eşyada ruh, işte Allah. Gördüğümüz her eşyada; örneğin şu koltukta, şu sandalyede, şu tabandaki halıda, şu duvardaki asılı tabloda vs. her nesne, her eşya canlıdır. Her eşyaya, canlıya yaptığın muameleyi yapacaksın. Eşyaların ruhu vardır, ruhu olmayan hiç bir mevcudat yoktur. Hepsine hususi muamele yapılmalıdır. O da nasıl olur; şu koltuk şurada duruyor, bu bir eşyadır amma bunun bir ruhu vardır. Onun iyi durması gereken şekil vardır; onu olası gerektiği gibi koymazsanız ağlar. Koltuğu olması gereken pozisyona getirmezseniz onun ağıdı devam ediyor demektir. Onun ağıdını dindirecek pozisyona getirmelisiniz. Her eşya canlıdır. Her evin girişinde yani eşikliğinde ailede kaç tane çocuk, kadın, erkek varsa hepsinin ayakkabısı darmadağınık bir şekilde yerlerde atılı durur. Böyle evlerin eşikliğine bakarsınız ve evin, eşyanın ruh seviyesi nedir anlarsınız, onu ölçebilirsiniz. Birçok dostumun evine şaka olsun diye giderim. Beş altı çocukları var. Hepsinin kundurası, terliği, çarığı, haphapı ne varsa darmadağınık, birbirine karışık şekilde durur hep. Özetle, ben hususi olarak içeri girmeden evvel eşikliği düzeltirim; ananın ayakkabısı, babanın ayakkabısı, oğlanın, kızın ayakkabısını yan yana güzel bir intizamla dizerim. İçeri girer otururum, sonra sohbet bitip evden çıkarken ev sahibi beni yolcu eder. Kapıya çıkınca, yav bunları kim dizmiş bura, diye şaşırırlar. Bazıları da mütenebbih olmuyor, görmüyorlar; kaç tane ayakkabı varsa, büyük küçük, yazlık kışlık, oğlanın kızın, hepsinin ayakkabısını bir küme harman eder koyarım. Harman şeklinde yığarım. Buraya ne olmuş, diyemezler. Çünkü o görüşleri kapalı. Eşyada ruh, işte Allah. Onların ağıtlarını duyamıyorlar, göremiyorlar. Onların ağıdını dindireceksin. Her eşya ağlamayacak, ağıttan kurtulacak. Bu tasavvufta önemli bir noktadır. O incelik, o seviye nasip olmalı. Yerli yerinde olmalı, canlı muamelesi yapılmalı, tertip, nizam, intizamdan uzak kalmamalıdır. Darmadağınık olmamalı.
S.S. : Yaptığınız yardımlar, sizin veya başkalarının yaptığı yardımların yerine ulaşmadığı durumlar da oluyordur. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
M.T. : Yerine isabet ettirilemeyen, mazruf olmayan her hareket israf sayılır. Kaleden kına savurmuş, faydası yok; meyvedar olmaz.
Meyvedir matlup olan
Sanma ki ağaç ola!
Gaye her hareket meyveye ulaşmalı
Meyvedar olmalı.
Ağaç olarak kalmamalı.
Meyvedir matlup olan
Sanma ki ağaç ola… der bir kelime-i kibar.
S.S. Peki, hiç umutsuzluğa düştüğünüz oldu mu? Ben bu işi yapamayacağım ya da ben yetişemeyeceğim; bu yerine gitmiyor, olmuyor dediğiniz zamanlar oldu mu?
M.T. : Yok! Ümidini kaybeden her şeyini kaybeder. Yangından ne kurtarırsan kar. Ne yapabildiysen, kapasiten neyse, gücün ve zamanın neye yettiyse; onun üstünde bir şey beklenmez zaten. İlahi olarak da beklenmez.
S.S: İnsanlar size neden güvendi?
M.T. : Güvenilir iş yaparsan insanlar sana güvenir. Hilesi hurdası yok; her şey meydanda. Gizli kapaklı bir şey yok, art niyet yok, suiistimal yok. Hz. Muhammed’in sıfatı; sıfat-ı galibesi, el-emin olmasıdır. Emin; işte o emniyeti yaymak, yerleştirmek, kazanmak en büyük kazanç. Emin olmazlarsa inanmazlar insana. Günahını vermezler. El-emin, en büyük sıfat.
S.S. : Peki yardımına aracı olduğunuz insanlar, ‘niye ben bunu veriyorum, bunu kime vereceksin’ diye hiç soruyorlar mıydı?
M.T. : Bilirlerdi nereye ulaşacağını. Evden kendileri getirirlerdi; düğünlerden, cenazelerden. Gece saat onda, on birde yemek gelirdi. Dün gece gene geldi. Ben de bu saatte kapıyı kim çalıyor diye şüphelenmem, gene bir yerden yemek geliyordur diye düşünerek açarım kapımı. İki üç genç arabalarının arkasını doldurmuş yemekleri, aman kapatma biraz daha var arabada arkadaş getiriyor, derler. Eve alırım gelen yemekleri; buzdolabına doldururum. Sabahleyin fakir fukarayı çağırırım telefonla. Şu şekilde bir kap al gel, hemen acele gel, diye. Yardımcı olan bir elemanım da var. O telefon eder. İlk geldiği zaman ailenin nüfus sayısına göre kaç kepçe istiyorsa, yeter değinceye kadar veririz. Böyle böyle dağıtırız.
S.S: Peki, sizden sonra bir Mehmet Tekerlek daha gelmez ise ne yapacak bu garibanlar?
M.T. : Allah bir kapıyı kapatırken on kapıyı açarmış, denir. Allah her şeye kadirdir. Terazi elinde. O dengeler. Onun adaleti devam edecektir…
Yorum Yap