FİKİR VE DAVA ADAMI AYVAZ GÖKDEMİR

AĞABEYİM, rehberim ve arkadaşım Ayvaz Gökdemir, 10 Ocak 1942’de soğuk bir kış günü Gaziantep’in Arıl kasabasında dünyaya geldiği zaman, bizim ev öylesine ısınmıştı ki, eminim o sıcaklıkla sokaktaki karlar erimiştir. Elif ninemin sevinç çığlıklarını duyar gibiyim. Komşulara dağıtılan yemekler, hatta sokaktan geçen yoksullara verilen şükür sadakaları, o sevincin bir ifadesi olarak bir destan gibi yıllarca bizim evde anlatılıp durdu. Çünkü doğan çocuk, sönmek üzere olan bir ocağın yeniden hayat bulması ve şenlenmesiydi. Evin erkeği olan babam, o zamanlar askerdeymiş. İkinci Dünya Savaşı bütün hızıyla dünyayı kasıp kavuruyordu. Türkiye bu savaşa katılırsa babaannem, babamın salimen evine dönebileceğinden emin değilmiş. Dolayısıyla O’nun aşırı sevincini bu açıdan anlamak gerek.


Ağabeyim, 1955’te Oğuzeli İlkokulunu bitirdikten sonra, Düziçi İlköğretmen Okulu giriş sınavlarına katıldı. Yazılı sınavda başarılı olmuştu. Mülakata hazırlanıyordu. Rahmetli annem, bu işten hiç mi hiç hoşlanmamıştı. Oğlundan ayrılacağı için üzüntülüydü. O’na “oğlum, mülakat esnasında sorulacak sorulara doğru cevap verme. Böylece evimizde kalır, ortaokula burada gidersin” diye tembihlemişti. Ana yüreği işte! Oğlundan ayrılmaya razı değildi. Fakat rahmetli babam, uzak görüşlü bir insandı. Çok çocuklu küçük bir devlet memurunun ortaokul, lise ve üniversitede çocuk okutmasının zorluklarının farkındaydı. Oğlundan ayrılmak O’na da zor gelmekteydi. Ama başka çare de yoktu. Oğlunu karşısına aldı ve O’na bu sınavı niçin mutlaka kazanması gerektiğini uzun uzun anlattı. Ertesi gün babam ve ağabeyim mülakat için Adana Düziçi’ne gittiler. Babam eve döndüğü zaman ağabeyim yanında yoktu. “Anneee, babam geliyor, ağabeyim de yanında değil!” diye seslendiğimde, annemin “Nee yoksa oğlanı gurbet ellerde bırakıp mı gelmiş!” diye feryat edişini hatırlarım.


Sonra hepimiz için hasret dolu yıllar başladı. İzne her gelişinde bizim ev bayram yerine dönerdi. Yaşça O’na en yakın ben olduğum için en çok da ben sevinirdim. Her seferinde bana getirirdi. O’nu her uğurlamaya gidişimde, ayrılığı bir türlü kabullenemez ardından saatlerce gözyaşı dökerdim. Bu satırları yazmaya çalıştığım şu anda da farklı sayılmam. Gözpınarlarımda biriken yaşlara engel olmak ne mümkün! Zamansız ölümünü kabullenmek çok zor. Bize gene hasret, gene ayrılık çıktı!


1960’da Düziçi İlköğretmen Okulunda gösterdiği başarıdan dolayı, Ankara Yüksek Öğretmen Okuluna seçildi. Babam da O’ndan uzak kalmamak için Ankara’ya tayinini istedi. Böylece, biz de Ankara’nın Elmadağ kazasına taşındık.


Hafta sonlarında ziyaretimize gelirdi. Babamla sabahlara kadar günün sosyal gelişimleri üzerinde tartışırlardı. O zaman gençliğe musallat olan solcu ve bölücü akımların tesirinden kendini kurtarması, keskin zekâsı ve yüksek feraseti sayesinde olduğu kadar, babamın telkinleri sayesinde de mümkün olabilmiştir diye düşünüyorum.


O’nun fikrî gelişmesi ve nefis terbiyesi üzerinde, üniversite yıllarında intisap ettiği “Üniversiteliler Kültür Derneği”nin de büyük etkisi olmuştur. Ömür boyu sürecek dostluklarının temeli burada atılmıştır.
Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdikten sonra, muhterem eşi Sevgi Hanım’la hayatını birleştiren fikir ve dava adamı Ayvaz Gökdemir’i Türk Milleti’nin hizmetine adanmış olarak görüyoruz. 1965 yılında Kayseri Lisesine Edebiyat Öğretmeni olarak atandı. Gençliğinin bütün enerjisini Kayserili gençlerin Türk Milliyetçisi olarak yetişmesine tahsis etti. Mevcut dostlarına, Kayseri’de edindiği yeni dost ve kardeşleri de katıldı. Bu dostluk grubu, çıkardıkları “Şafak” dergisi etrafında şekillenmişti. Önce Şafak, sonra Ocak dergileri için kaleme aldığı yazılardan, O’nun fikri gelişmesinin ulaştığı olgunluk seviyesini görmek mümkündür.
1975 yılında Millî Eğitim Bakanlığı Öğretmen Okulları Genel Müdürü oldu. Uzun yıllar boyu Türk millî hayatı için geliştirdiği fikirlerinin, hizmet alanıyla ilgili olanlarını fiiliyata koyma zamanıydı. Öyle de yaptı. Kıdemi ve tecrübesi uygun olan milliyetçi öğretmenleri idareci ve öğretmen olarak Öğretmen Okullarına ve Eğitim Enstitülerine tayin etti. Sonra, milletin yoksul ve vatansever çocuklarını sınavla Eğitim Enstitülerine aldı. Böylece yüz binlerce gence iş ve aş imkânı sağlanmış oluyordu. Fakat bu eğitim kurumlarını babalarının çiftliği gibi gören sol zihniyet, basınıyla, siyasetçisiyle ülkede kıyamet kopardı. Tepkiler karşısında ürken dönemin Millî Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem, yapılan son Eğitim Enstitüleri giriş sınavını iptal etti. Ancak, Ayvaz Gökdemir yılmadı. Bütün Eğitim Enstitüsü Müdürlerini Ankara’ya çağırdı. Yapılan istişarelerden sonra, sınavı yenileme kararı alındı. İkinci sınav başarıyla yapıldı ve böylece büyük bir cesaret ve kararlılıkla göğüs gerdi. Sırf bu sebepten dolayı hayatı boyunca sol kesimin hınç ve saldırılarına hedef oldu. Bu çalkantılı dönemde yaşananları bütün gerçekliğiyle, “Buhranın Kaynağında” isimli kitabında dile getirdi.


Kendisine yönelen bu hınç ve husumetin yıllar sonra hâlâ devam ettiğini, Milliyet gazetesinin ölümüyle ilgili haberinde üzüntüyle gördük. Haberi, “Komando Ayvaz Öldü” şeklinde vermişlerdi. Bu sıfatı 1980 öncesinin çatışma ortamında, Öğretmen Okulları Genel Müdürü olduğu yıllarda yaptığı icraatı beğenmeyen sol çevreler, O’nu eleştirirken ideolojik bir tabir ve suçlama amacıyla kullanmışlardır. Hastalandığı yıllarda bir gazete, kendisiyle ilgili bir haberde gene aynı nitelemeyi kullanmıştı. Oysa O, merdivenleri ancak benim yardımımla çıkabiliyordu. Bu haberi okuyunca, “Görüyor musun, düşmanlarım beni hiç unutmadı, bırak komandoluğu benim ayakta duracak mecalim yok” demiş ve acı acı gülmüştü.
İki yıllık hizmet dönemiyle ilgili olarak, “Yaklaşık 100 bin vatansever Türk gencini iş ve aş sahibi yaptık. Türk Milli Eğitimi’ne de milliyetçi bir öğretmen kitlesi kazandırdık. Ülke geleceğinin teminatı, bu öğretmenlerdir. Bu, her türlü pahaya değer. Bütün emeklerim onlara helal olsun” derdi.


Bu itibarla değerli dostum Ali Akbaş’ın da yazısında vukufla belirttiği gibi, Ayvaz Gökdemir’in kardeşleri sadece 6 kişiden ibaret değildir. O’nu ağabey bilen yurt sathına yayılmış yüz binlerce kardeşi vardır. Ölümünden sonra Türkiye’nin her yerinde bütün bu insanlar, ardından gözyaşı dökmekte, anısına anma toplantıları tertip etmekte ve mevlit okutmaktadırlar.


1991’de DYP’den siyasete atılarak Gaziantep’ten Milletvekili Adayı oldu. O yıllarda seçimde tercihli sistem uygulanıyordu. İkinci sıradan aday gösterilmesine rağmen, Gaziantep halkı O’nu 15.000 tercihli oyla birinci sıraya çıkararak TBMM’ye gönderdi. Millet kendisine hizmet edeni veya hizmet edeceğine inandığı insanları bilir ve gereğini yapar. Nitekim öyle de olmuştur. Ayvaz Gökdemir, dar bir seçim çevresine sıkışıp kalmış, sadece o yörede tanınan biri değil, bütün Türkiye’de sevilip sayılan bir siyasetçiydi. Bundan dolayı, diğer genel seçimlerde Kayseri, 1998’de Erzurum’dan Milletvekili seçildi. Milleti tarafından sahiplenilmenin en güzel örneğini, 1995’te Kayseri’de yaşadı. Partili diğer adaylarla birlikte Kayseri Kapalı Çarşı esnafını ziyarete gittiklerinde, Kapalı Çarşı’nın girişinde yarı meczup biri yolu keserek O’na şöyle demiş: “Ağabeyim, sen hiç merak etme, seçildin bil. Sen O kendini bilmez Avrupalı kadın milletvekillerine hadlerini bildirdin ya, bu yeter”. Millet, Ayvaz Gökdemir’in şahsında, kendi hissiyatının sözcüsünü bulmuş ve O’nu sahiplenmişti. Benzer olumlu tepkileri toplumun değişik kesimlerinden de almıştı.


O’nun kabinede Türk Dünyasından Sorumlu Devlet Bakanı olarak görev yaptığı dönem, mutlu bir tesadüf sonucu Orta Asya’daki beş Türk Cumhuriyetinin peş peşe bağımsızlıklarını kazandıkları zamanın ertesine denk gelir. Bundan sonsuz bir mutluluk duymuştu.


“Birleşmiş Milletler binası önünde Ay-Yıldızlı Bayrağımızın yanına bu yeni beş Türk Cumhuriyetinin bayrakları da asıldı. Ne kadar sevinsek azdır” derdi. Resmi görüşmelerde kendisini tanıyıp seven bu ülkelerin Devlet Başkanları ile şahsi dostluklar da kurmuştu. Bu dostluk Türkmenistan Devlet Başkanı Sn. Saparmurat Niyazof ile öylesine ileri derecedeydi ki, resmi görüşmelerden sonra saatlerce baş başa konuşurlarmış. Devlet Başkanı Saparmurat Niyazof’a “Türkmenbaşı” sıfatını bulup, teklif eden de Ayvaz Ağabey’dir. Türkmenbaşı bu sıfatı o kadar benimsedi ki, ilerleyen yıllarda diğer isimlerini kullanmaz oldu. Ayvaz Ağabey’e, “Doğanım” diye hitap edermiş. Sonunda Ayvaz Ağabey’i, Türkmenistan vatandaşı yapıp, diplomatik kırmızı Türkmen Pasaportu hediye etmiş. Ayvaz Ağabey bunu hiç kullanmadı, sadece dostluklarının bir nişanesi olarak muhafaza etti.


Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev nezdinde de itibarı yüksekti. Bakanlıktan ayrıldıktan sonra, AKP’li bir grup milletvekili ile Kazakistan’a yaptıkları resmi bir ziyarette, Sn. Nursultan Nazarbayev’in kendisine gösterdiği ilgi ve iltifat karşısında heyetin diğer üyeleri şaşkınlıklarını gizleyememişler.
Diğer taraftan Afganistan Türklerinin lideri General Dostum, Çeçenistan İstiklal Mücadelesi’nin lideri Cafer Dudayef, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Ebulfeyz Elçibey ve Kosova Bağımsızlık Hareketi lideri İbrahim Rugova ile de şahsi dostlukları vardı. 1998 genel seçimlerinde partisi tarafından Erzurum’dan aday gösterilmişti. Gidip gitmemekte kısa bir tereddüt yaşamıştı. Bunu haber alan Sn. Elçibey, Nahçıvan’dan kendisini telefonla arayarak tereddüt etmemesini, bütün güçleri ile arkasında olduklarını, seçimlerde kendisini destekleyeceklerini bildirerek moral vermişti. Bu jesti hiç unutmadı.
Çeçenistan İstiklal Mücadelesinin Efsanevi Lideri Cafer Dudayef, yukarıda da belirttiğim gibi şahsi dostuydu. Dudayef, bu dostluğun bir nişanesi olarak kendisine cep saatini hediye etmişti. Dudayef, uydu telefonu ile konuşurken Ruslar tarafından yeri tespit edilerek şehit edildi. Şehadet şerbetini içip, ebediyete intikal ettiği gün, Ayvaz Ağabey’e hediye ettiği saatin camı kırılmış. Ayvaz Ağabey, bunu hep bir ilahi işaret olarak yorumladı. Bana bu olayı anlatırken, “Saatin camının kırıldığını gördüğüm anda Sn. Dudayef’in şehit olduğunu anladım” demişti.


Hülasa, Türkiye’de olduğu kadar, bütün Türk Dünyası’nda da tanınan ve saygı gören bir şahsiyetti. Burada enteresan bir anekdotu da nakletmeden geçemeyeceğim: Çeçenistan direnişinin bütün şiddetiyle sürdüğü günlerde, Sakarya ilinden bir genç, mücadeleye destek amacıyla Çeçenistan’a gider ve direnişe katılır. Türkiye’ye dönüşte, Azerbaycan sınırında Azeri sınır devriyelerine yakalanıp tutuklanır. Kurtulmak için ne yapsın, aklına hemen orada parlak bir fikir gelir. Sınır devriyelerine “Beni hemen serbest bırakın, ben Bakan Ayvaz Gökdemir’in fedaisiyim” der. Atmış, ancak tutturmuştur ve umulmadık bir şekilde serbest bırakılır. Sonra da gelip, Ankara’da hiçbir şeyden haberi olmayan Ayvaz Ağabey’i bularak olup biteni anlattıktan sonra adını kullandığı için özür diler ve helallik ister. Ayvaz Ağabey bunu bana büyük bir hayretle anlattığı zaman “Türk’ün parlak zekâsına bak!” diye epey gülmüştük.


Ağabeyim bazen bir Türkmen Ağası, bazen titiz bir ilim adamı, bazen ciddi bir devlet adamı, zaman zaman da kalender bir derviş kimliğine bürünürdü. Dini bütün bir Müslümandı. İyi bir aile reisiydi. Biz kardeşlerini de evlatlarından ayrı tutmazdı. Her birimizin dertleriyle dertlenir, sorunlarımıza çare bulmaya çalışırdı. Fikrî gelişmelerimizi yakından takip ederdi. Kim ne kadar kitap okumuş hep merak ederdi. “Etrafınızdaki fikri ve kültürel seviyesizliğe bakıp da, erken kifayet duygusuna kapılmayın” diye sıkı sıkı tembih ederdi. Ömrü boyunca para-pula değer vermedi, hiç kimseyle çıkara dayalı bir ilişki kurmadı. Dostlukları hasbiydi. O’nun için Türk Milliyetçiliği ülküsü, her türlü ilişkinin üzerindeydi. Eşi ve çocuklarına miras bıraktığı bütün malı mülkü, Ankara’nın Oran semtindeki iki daire ve Altınoluk’taki mütevazı bir yazlıktan ibarettir.


Ayvaz Ağabey, yaşadığı sürece ailesi ve dostları için daima övünç kaynağı olmuştur ve bundan sonra da öyle olacaktır. Bizlere miras bıraktığı şerefli Gökdemir ismine yakışır bir vakar içinde yaşayıp O’nu daima gönlümüzde yaşatacağız. O’nun hayatını adadığı Türklük Davası biz ve ülküdaşları yaşadığı sürece eller üstünde taşınacak ve sahipsiz kalmayacaktır.


Onun aramızdan vakitsiz ayrılışını kabullenmek biz faniler için çok zor. Fakat “Yaşayan her nefis mutlaka bir gün ölümü tadacaktır” buyruğu, imanımızın temel düsturlarından birini teşkil ettiği cihetle, kadere tevekkülle razı olmaktan başka da çare yok. Türklük için yaşadı, Müslüman bir Türk olarak da ebediyete intikal etti. Cenazesi parti ayrımı ayrımı gözetmeksizin, bütün Türk Milliyetçilerinin omuzlarında taşındı, aziz ruhu bunu gördü mü, hissetti mi bilinmez, ama görseydi eminim çok mutlu olurdu.
Ne diyelim, mekânı cennet olsun…

Fikret GÖKDEMİR

Paylaş: