4 kardeşin en büyüğü olan Mehmet Bedri İncetahtacı, 39 yaşında hafızalardan hiç silinmeyen bir kazada hayatını kaybetmiş, aile büyük bir yasa bürünmüştü… Evin en küçük kızı Esra Alati (İncetahtacı), abisi öldüğünde 21 yaşındaydı… “Arkamdaki dağ gibiydi…” sözleriyle duygularını anlatmaya çalışan Esra Alati, “Ölümünden sonra yaptığı yardımları öğrendik. Sağ elin sol elden haberi olmayacak şekilde yardım yapmış… Cenazede o kadar çok yardım ettiği insanla tanıştık ve görüştük ki, ailesi olarak hayret ettik. Abim Allah rızası için yaşadı…” yorumunu yaptı.

Kubbiye Dergisi için bir araya geldiğimiz evin en küçük kızı Esra Alati ile rahmetli Bedri İncetahtacı’yı konuştuk… Evli ve 2 çocuk annesi olan Esra Alati evdeki Bedri Hoca’yı anlattı.


İşte röportajımız;

Esra Hanım, bize kendinizden bahsedebilir misiniz?
Esra Alati: 42 yaşındayım. İki çocuğum var, evliyim. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nda çalışıyorum.

Rahmetli İncetahtacı’yı Kübbiye Dergisi’nde konu alacağız. Tabi çok renkli bir insandı. Her kesime ulaşmış ve o kesimlerde hatırası olan insandı. Bunun için önce ev hayatından başlayacak olursak sizin için nasıl bir abiydi? Nasıl bir babaydı? Onun insani yönünden biraz bahsedebilir misiniz?
Esra Alati: Ne kadar uzakta olursa olsun, ihtiyacınız olduğu zaman elinizi uzattığınızda orada olan birisiydi. Yani gerçekten “arkamdaki dağ” diyebileceğim bir abiydi. Zaten çok yoğun olduğu için buraya geldiği zamanlarda en önemli meselemiz, kendisine olan özlemimiz oluyordu. Kendi hayatlarımızla ilgili sohbetler ediyorduk. Çok sıkıntılı bir dönemde değilse dışarıya yansıtmıyordu. Çok doğaldı, aynı zamanda da saygı uyandırırdı. Kendi hiç bir şey yapmazdı, ama “abim geldi” olayını yaşatırdı bize… Aramızda 18 yaş fark vardı. Eve geldiği zaman heyecan olurdu. Arkasında koşayım, istediğini yapayım; bunu sever yapalım telaşına kapılırdık. Hep onu mutlu etmek için çabalardık. O, bunu hissettirirdi… Çok verici olduğu için haliyle sende bir şekilde vermeye çalışırdın.

Siyasete girdiği dönemleri hatırlıyor musunuz? Biraz bahseder misiniz?
Esra Alati: Evet. Sanırım Polis Okulu’nda ders verirken Şevket Kazan, onun dersini dinliyor ve çok hoşuna gidiyor. Bu üslubu gidip Erbakan Hoca’ya anlatıyor, böyle biri var diye… Sonra Refah Partisi İl Başkanlığı döneminde kendisine siyaset teklif ediliyor. O zamanlar bir hocası vardı, rahmetli Adil Özbek… Ona “siyasete girme” filan diyor… Ama Erbakan Hoca ısrar edince abim girdi. Öncesinde Belediye Başkan adaylığı oldu. O krizli bir seçimdi. Olmadı. Sonrasında Refah Partisi İl Başkanı olarak devam etti. Sonrasında da seçilerek milletvekili oldu. 20’nci dönem ve 21’nci dönemin bir kısmı milletvekili olarak kaldı… Sonrasında da bilindiği gibi o malum olay oldu.

Gaziantep’teki çalışmalarında bir vakıf var, Mahmudiye Vakfı. Biraz da ondan bahseder misiniz, nasıl bir vakıftı?
Esra Alati: Mahmudiye Vakfı, genelde ilim vakfıydı. Çocuklara Kur’an-ı Kerim dersi veriliyor, ailelere yardımlar yapılıyordu. Bunlar bizim aileye çok yansımayan şeylerdi. Ölümünden sonra yaptığı yardımları duyduğumuzda öğrendik ki, sağ elin sol elden haberi olmayacak şekilde yapılan yardımlarmış. Cenazede o kadar çok yardım ettiği insanla tanıştık ve görüştük ki, biz ailesi olarak hayret ettik. Çoğundan bizim haberimiz yoktu. Yani gerçekten insanlara dokunarak yaşamış. Doğru yaşamış… Biz orayı sadece “ilim vakfı” olarak biliyorduk ama sonrasında yaşlısından gencine, öğrencisinden, işsizine, parasını emanet olarak bırakıp, tekrar alanlara… Bunların hepsinden ölümünden sonra haberdar olduk. Sonrasında Milli Gençlik Vakfı’nda yine aynı şekilde devam etti. İşin özü, davası ve yolu belli olan bir insandı.

Vakıf çalışmaları çok önemliydi. İnsana değer verdiği için insan yetiştiren bir üslupla gitti. Siyasette de onu ortaya koydu. Tabii hayatını kaybettikten sonra da çok farklı kesimlerden, özellikle insani yönüne vurgu yapılıyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Esra Alati: Çok doğal bir insandı. Abim Refah Partisi İl Başkanı olduğunda lise sonda okuyordum. Biz kimseye Bedri İncetahtacı’nın kardeşiyiz demedik. Kendi için doğal bir süreçti. Hatta, kul hakkı yiyebileceğinden korktuğu bir süreçti. Hatta belediye başkanlığını kazanamadığına şükretmişti, bu kadar insanın hakkıyla nasıl giderdim, diye… Öyle empoze etti, biz de öyle aldık. Bu, onun için bir görevdi; insanlara yardım etmesi gerekiyordu, bir davası vardı. Ama onun için bir makam değildi. Bizlere bunu aşıladı. Düşünün hala Bedri Hoca diye anılıyor. Seçim süreçlerinde canı sıkıldığında bize yansıtırdı. Son dönemde çok kötü olayların döndüğünü anlatırdı.

Genç yaşta vefat etti. Örnek olabilecek, unutamadığınız hatıralarınız var mı?
Esra Alati: 39 yaşında vefat etti. Ben şu anda 42 yaşındayım. Ölümün bile güzeli var. Bu Allah’ın bir lütfu. Allah bir şeyleri lütuf ediyorsa, kulda bunun karşılığında bir şey yapmıştır. Ona bir şey yapıldığında, Allah razı olsun, derdi… Allah rızası için yaşıyordu. Bir bardak su istese bile, Allah razı olsun, derdi… Sonunda bu şekilde ölümü ve ölümünden sonrası yaşananlar… Arkadaşları, Hacca giderken hala mezarına gidip vedalaşıyorlar. Bu çok uç bir şey. Böyle bir zamanda anne ve babasını bile ziyarete gitmeyenler varken, mezarını boş bırakmıyorlar.

Bildiğiniz kadarıyla, aile şeceresinden bahseder misiniz?
Esra Alati: 1800’ün sonrası sanırım… Henüz Gaziantep Halep’in kazası iken dedem oradaymış. Sonrasında sınır çizilecek olmuş, insanları tercihe zorlamışlar. Kimisi Türkiye’yi tercih etmiş, kimisi orada kalmış. Dedem Mehmet İncetahtacı, Gaziantep’i tercih etmiş. ‘Alati’ soyadından Türkçeleştirip ‘İncetahtacı’ soyadına geçilmiş. Sonrasında 6 çocuk oluyor, babamlar. Dedem ile birlikte bir kardeşi daha geliyor. Dedemin gelmesiyle şecere oluşuyor.

Rahmetli’nin Suriye’deki eğitim dönemi nasıl?
Esra Alati: 80 dönemine denk geliyor. O zaman, oraya gidip okuması öngörülüyor. Arapçası çok iyi. Halep’te edebiyat okuyor. Yengemle orada tanışıyorlar, evleniyorlar.

Siyasi hareketliliği vardı. Buraya geldiğinde insanlar kendisini bırakmıyordu, birazda onlardan bahseder misiniz?
Esra Alati: Evet. O kadar bırakmıyorlardı ki, kendisini özlüyorduk. Gelsin, oturalım istiyorduk. Buraya gelmezden önce telefon açardı, 4 kişiyiz yemek ayarlayın, diye. Sonra bir daha arar, 10 kişi 15 kişi olduk, bir daha arar, 30-40 kişiyiz, diye… Herkes özlüyordu onu ama aile olarak yarım saat oturamıyorduk onunla. Elbette buna çok sinirleniyorduk. Yoğundu, çünkü buraya geldiğinde de yalnız bırakmıyorlardı. Siyasi çevreden olsun olmasın, herkes arıyordu. Yani şu gün olmuş, hala yokluğu belli olan bir insan. Engelli arkadaşları vardı. Yaşar vardı engelli, tarak satardı… Ona gider, birlikte vakit geçirirdi. Çok büyük zaman dilimi vardı.


Düşünün bir kere, o kadar sade yaşamı vardı ki, koruması bile yoktu…

Paylaş: