Yazmanın kendisi özsel anlamda bir şiddete, hatta bir cürme karşılık gelir; esasen izahtan vareste bir durumdur bu, üstünde durmaya bile gereksinim duyulmayacak açık ve seçik bir gerçek. Şiddetin kendisidir yazmak; oluş ve bozuluş halinde seyr-i süluk eden hayata karşı yapılan kayıtsızca bir dondurma ameliyesidir o, hatta bir bakıma parçalama eyleminin kendisidir. Görünüşe geleni yadsımak ve görünüşün kendisini sabitleyerek tek gerçek olarak boyutlamaktır yazmak. Şimdiyi ebedileştirmek, dünün kutluluğunu ve yarının umudunu anın içinde derdest etmektir o.


Şu halde yazmamalı belki de insan, varoluşunu hatırlatacak hiçbir iz düşmemeli; ya da sadece değillemelerde bulunmalı kendi içinden de olsa. Hem bu, hem şu ve ne bu, ne de şu diyebilmeli, çelişmezlik ilkesine rağmen ve inatla. Çünkü aklın kategorileri “Varlığı” tutamadı ve tutamayacak, çünkü “Varlık” ihata edilebilmekten çok uzak ve çünkü “Varlığın” sesi ancak kulak kesilmekle duyulacak. O halde sessizlik ve devamında yasın kendisi en imrenilesi durak olarak tebarüz edecek. Sessizlik elbet, daha duyarlı kulaklara sahip olabilmek adına…


Yine de… İşte her şeye rağmen ve her şeyin içinde insanı adım atma tuzağına kaptıran sihirli terkip… Fakat insan olmanın bir anlamı da bu olsa gerek. Başka bir tabirle günah olmadan tövbe hükümsüz kalırdı ve böyle bir durumda ise insana ancak helak olmak düşerdi.
O halde günahtır birincil olan, tövbe ise onun devamında gelen; ona asılan; kim bilir belki de arızi olan. Ancak günah tek tipleşmenin güzergâhından geçenler için söz konusu değildir elbette; bayağı varoluşların tanıdık simalarında rastlanmaz günahtan herhangi bir ize.


Olmayı, sahip olmaya feda edenler için ya da gaybı yani gerçeğin kendisini sembolik düzene indirgeyenler için mümkün değildir böyle bir edim. O ancak özgün bir tavrın neticesidir; şahsiyetli bir duruşun. Çünkü biliriz ki ancak bir mülteci işleyebilir bir günahı. Kısacası, öğretilen isimleri unutmaktır asıl günah ve fakat unuttuğunu da hiçbir şekilde unutmamaktır.


Şu durumda yazıyor olunsa bile ellerin titremesine aldırmamalı insan, hatta teşvik etmeli onları, daha fazla titresinler ve sonunda hiç yazamasınlar diye. Kâğıda aktarılan her bir titrek kelime, nihai suskunluğu muştulamalı; ortaya konan her bir yargı hemen ertesi önermede hükümsüz ilan edilmeli. Kendi kendisini yıkan, yok eden bir yazı yazmalı kısacası ki hakikatin kendisini göstereceği, ifşa edeceği bir açıklık çıksın ortaya.


Tüm bu sözler yirmi yıllık bir firaktan bahsedebilmenin imkânsızlığını hatırlatmak adına amaçsız bir amaç, ereksiz bir erek adına düştü beyaz kâğıdın üzerine. Çünkü firak, var olmanın gereğidir ve tüm tarihlerin üstündedir. Ancak özdeşlikler üzerinden hayatı tasarımlayanlar ya da zamanı kronolojiye tabi tutanlar adına imkânın da ötesinde bir kesinlik arz edecektir böyle bir bahis.


Oysa zamanı Khronos’a indirgemek, bir dizgeden ibaret görmek, onu çizgisel bir düzlemde kabul etmek ve hemen akabinde hükmetme vehmine kapılmak onun asıl anlamına ihanet olacaktır. Kairos’tur zaman, aniden parlayandır; elle tutulamayan, niceliğe konu olmayan, idrakin sınırlarına sığmayan bir kıvılcımdır o.


Şu halde yirmi yıl; hem sadece bir andır, hem de sınırsız olanın kendisi. Çünkü yitip giden asla geçmiş değildir; geçmiş tam aksine kendisini koruyan ve bugüne yuva kurarken yarına uzanandır; bellek ise zamanın içerisinde önceyi sonra ile bir araya getirendir. Yani asıl olanın tükenmesi mevzubahis değildir; o her daim yeniden yorumlanabilen ve kendisini varlığa açabilendir. Belleğin içerisinde kendisine yer açan her bir anı ile hem sadakat, hem de refakat ilişkisi sürdürebilmektedir maharet bu durumda; çünkü bu şekilde zaman eskimekten ve tüketilmekten ari kalabilecektir.


O halde o her daim tebessüm eden yüzün kendisine, o sahiciliğe dönmeli benlik. O Petrol İşhanı’ndaki ofise, masada duran yeşil renkli daktiloya ve o daktilonun tuşlarına hızlıca basan uzun parmaklara… Her daim ziyarete, sohbete gelen refikler için pasajın alt katından ısmarlanan o soğuk açık ayrana ve köşe başındaki Tahsin Usta’ya…


Durmamalı o noktada, devam etmeli her kayd-u şart altında ve Mütercim Asım Caddesi’ndeki tekerlekli sandalyesinde oturan ama hep oturmak zorunda kalan piyangocu amca ile yapılan teolojik hasbihallere odaklanmalı; o maaile yapılan sabah sohbetlerine ve Adil Hoca’nın önündeki rahleye…


Her daim özlemle yâd edilen Halep sokaklarını hatırlamalı sonra ve Arnavut kaldırımlarında yapılan yürüyüşleri, içten gelen gülmeleri; hesaba, ölçmeye gelemeyen ve sembolik hiçbir düzlemin içerisine sığamayacak gerçeği ve bir de arabanın teybinde dinlenen, her mısrasının üzerinden tekrar tekrar geçilen İsmet Özel şiirlerini…


Kısacası yaşanan ve belleği yani benliği oluşturan her bir anı bir anafor olmalı; içerisine almalı insanı, başını döndürmeli; tikelliklerinden birer birer soymalı, tekildeki evrenseli ortaya çıkarmalı. Üstelik ne basit bir nostalji duygusu uğruna gerçekleşmeli tüm bunlar, ne de bugünden kaçış adına. En nihayetinde sayılabilir de olsa sonsuz olanın her daim kuvve haline karşılık gelen virtüel gerçekliğine teslim olmalı ve tikelleri içermekten de öte onları aşan bir tabirle sadeliğin kendisini temaşa etmeli.

Paylaş: