“KURTLANAN KAR”
Üniversite yılları… Ankara’nın puslu ayaz günleri…
1980’lerin sonları. Ankara-Gaziantep arasında mekik dokuduğumuz ve her kilometresini ezberlediğimiz zamanlar. “Yok ki nabzımızı tutan adam” dediğimizde, mütevazı yazıhanesinde karşımıza çıktı Bedri Hoca’m!
Bu toprağın kanaat önderlerinden…
Gaziantep’in manevi ikliminin seyrini değiştiren güzel insan.
Hesapsız, riyasız, çileli, çile sahibi adam.
Toplantıların en az ve öz konuşanı…
Evet; o yüzden onun için yazı yazarken, kalemin avuçları yaktığı, parmaklara dikenlerinin battığı zaman çok az olur demiştim. Onu anlatmak hele bu anında ne kadar zor bilir misiniz?
“Kurtlanan Kar” onun eseridir.
Her şeyin sadesini severdi. Dondurmayı bile sade isterdi. Sade yaşadı. Ama çok derin izler bırakarak gitti.
Onunla olmak!…
Hem de en yakınında. Söyleştiği, dertleştiği ve zamanını paylaştığı birisi olmak. Ne güzel, ne güzel, ne hoş bir sâda idi…
Klasik bir siyasetçi değildi asla. O siyasete yeni bir anlayış getirmeyi başarmıştı. Bedri Hoca’m, iyiliği emretmek ve kötülüğü sakındırmak adına siyaset yapıyordu. Onu bu denli güçlü ve saygın kılan konuşmaları değil, lisan-ı haliydi… Gönülden konuşan gönülle, yürekten konuşan yürekle dinlenir. Belki de buna samimiyet denir.
Zaman zaman ateşli konuşmalar yapardık odasında… Sitem ederdim “Hocam, hayır demelisin bence” veya “Artık daha sert olmalısınız” gibisinden sitayişlerde bulunurdum. Siyasetse siyaset! “Bazılarının kalbi kırılmalı” derdim. “Bunu yapmalısınız!”
Yapmadı ve zaman onu haklı çıkardı. Bedri Hoca’mı sevgilisine gönderirken arkasında bıraktıkları ve insan seli bana en iyi cevabı veriyordu. O, gönül insanı idi ve gönülleri asla kırmamıştı.
Herkese bir parçasından vermişti ve herkes onu sahiplenmişti. O nedenledir ki her kesimden insan arkasından gözyaşlarını esirgemiyordu. İşte bize miras kalan bu olmalıydı. Gönül insanı olabilmek! Herkesi kucaklayabilmek… En güzel ahlakla yaşayabilmek. Nezaket, nezahat timsali olabilmek. Bedri Hoca’m bunları ne güzel başarmıştı. Kime sorsanız Bedri İncetahtacı onun en yakınıydı. Çünkü herkes öyle hissediyordu. Gaziantep’in Bedri Hoca’sı bütün gönüllere imza atmıştı.
Günün yarısını kütüphanede geçiren ve okuduklarını hazmedebilen bir insandı. Akılcı değil, akıllıydı. Akıl edenlerdendi. İlmini, inceliği ile birleştirebilen ve ahlakıyla süsleyebilen ender insanlardandı. Onu Mualim Rıfat Bilge’lerle, Mütercim Asım’larla değer tutan Lütfü Doğan Hoca’ma hak vermemek elde değil.
Felsefi alt yapısını sorardım. Olaylara engin ve derin bakışı beni çok etkilerdi. Perde arkasını görebiliyor olması, herkese nasip olmayan önemli bir vasfıydı. Feraset! Müslüman, akıllı olmalıydı. Aynı delikten iki kez sokulmamalıydı. Dünya siyasetini ve gelişen olayların varacağı sonu iyi bilmeliydi.
Mana verebilmek. Anlam katmak. Hayatı değerli kılabilmek.
Dünyayı okumak. Okuduğundan mana çıkarabilmek. Kâinat kitabını okuyabilmek. İşte bunu yapardı.
Okurdu, sorgulardı ve anlardı. Ayırt etmeksizin Marks’tan Roger Garaudy’a kadar bütün fikir adamları, siyasetçi ve yazarları okurdu. İsmet Özel’i beğenir ve severdi. İkimizin kitapçılarda İsmet Özel kitapları arayıp, baktığımızı hatırlıyorum. İsmet Özel’in şiir kasetinden haberi yokmuş. “Evet, İsyan”, “Celladıma Gülümserken” adlı kasetleri ona hediye ettiğimde şaşırdı. Ve çok mutlu olmuştu. Arabasında beraber dinlerdik.
“İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişlerse, diğerine sağırdırlar.” Özel’in bu sözünü çok beğenirdi.
İnsanların iki değeri vardır derdi. Birincisi nominal değeri, ikinci reel değeri. Nominal değer; Sayın Bakan… Vali Mehmet Bey, Kaymakam Osman Bey… Titrleri toplasanız bir gün hepsi uçar gider.
Reel değer ise sadece Mehmet Bedri İncetahtacı. Bu yeter!
Mütebessim hali onu çok sevimli kılardı. Hem kim olursa olsun onun yakınına girmeye ve konuşmaya çekinmezdi. İnsanlarla etkileşimi ve engin gönüllü oluşu aradaki bütün payeleri ortadan kaldırırdı. Sadece insani dokular, muhabbetin malzemesi olurdu.
İşte Mehmet Bedri İncetahtacı bu açıdan da “Adam gibi adamdı.” İnsani ana yapıyı asla terk etmeden medeni ilişkilerini sürdürebilen gerçek anlamda şehirli bir insandı.
Son dönemlerde yoğun bir tempoyla çalışıyordu ve hayli yorgun düşmüştü. Parti içi eğitim seminerleri ve il kongre faaliyetleri onu iyice yıpratmıştı. Bir büyüğümüzün deyimiyle “Yükünü iyice doldurmuştu”. Zaman zaman uykusuz ve yorgun gözleri kendisini ele veriyordu. Çok daralıyordu. Toparlanmak için sık sık elini yüzünü yıkamaya ve abdest almaya gidiyordu.
Son il kongresi onu çok üzmüş ve yıpratmıştı. Kendi değerine vakıf olmayan, üzerine giydiği gömleği taşıyamayan insanları ve çevresini gözlemledikçe, üzüntüsü ve sıkıntısı bir kat daha artmıştı.
Kazandığımız kongre sonrası yaptığı konuşmayı unutamıyorum; “Bizim inancımız başımıza gelen felaketlere, acılara ve musibetlere aşırı üzülüp, sıkılıp feveran etmeyi yasakladığı gibi yine başımıza gelen iyi olaylara da zafer narası atmayı yasaklamıştır.” diyebiliyordu. Öylesine baskı ve tahriklere rağmen kazanılan bir kongre sonrası mutedil halini koruyordu.
Ne sabır, ne metanet!
Üzülmüştü; “Râb’bim bu siyasetten rızkımı kes” diyebilecek kadar kederlenmişti. İşte belki de bu dileği kabul edildi 21 Kasım sabahı…
Kongrede ise sanki veda konuşması yapıyordu. Bu, onun Gaziantep’e veda hutbesi gibiydi. Siyasete nasıl girdiğini, hangi olayların nasıl cereyan ettiğini anlamıştı. Kendisine teklif getirildiğinde, Adil Özberk Hocaya danıştığını ve fikrini aldığı söylemişti. Adil Hoca ona, hep ihanet ve yalancılık dolu şeylerin kendisini beklediğini söylemiş. “Sakın girme, seni arkadan hançerlerler” demişti. Biliyordu ama cehd adına orada bulunması gerekiyordu.
Burada birilerinin olması gerekir her daim. Kalan iki okçu misali…
Siyaset kavramı “seyis” kökünden gelir. Toplumda olan kötülüklerin terbiye edilmesi gerektiğini ve bu nedenle siyaset yapılması lazımdır, diyordu.
Hayatı boyunca hep böyle mücadele etti…
Vefatı günü yine cihada gidiyordu!…
“Artık çerez şeylerle uğraşmayı bırakıyorum” dedi. O döneme ait önemli kilometre taşları vardır. Bosna, Çeçenya… Kısmen bunları paylaşıyorum, yüreğim doluyor, şeref duyuyordum.
Ve o, Büyük Dost’a gitti…
Olay sabahı Ankara Çubuk’ta küçük bir hastanenin soğuk odasındaydı. Ama kendisi sıcacıktı. Sımsıcaktı. Uzanmış yatıyordu ama yüzü parlıyor ve yine mütebessimdi. Kim demiş ölü diye! Sanki tatlı bir rüya görüyor gibi yüzündeki ifade şipşirindi. Tuttum ellerini!…
Sıcacıktı. Hala sıcaktı. Aradan epey bir zaman geçmişti, bedenine dokundum, hala sıcaktı. Ve yüzü yine ay gibi parlıyordu. Yükünü tutmuştu “Kim demiş ölü diye?”
Hocam mekânın cennet olsun cennet olsun…
“Allah yolunda ölenlere, ölü demeyiniz; ONLAR DİRİDİRLER!…”
Yeni Dosya Dergisi
Nisan 2000
Yorum Yap