GAZİANTEP ŞEHİDLERİNİN İLHÂMIYLA: CEHÂLET’İN ZIDDI ŞEHÂDET!

Yaşama hakkınız savunma gücünüz kadardır!
Hele medeniyeti ve millî karakteri “asker ocağı”nda biçimlenmiş bir millet için…
Sana senden gelir bir işte ancak dâd lâzımsa,
Ümidin kes zaferden, gayriden imdâd lâzımsa…
der Nâmık Kemâl.
Mahzun Türk – İslam coğrafyalarının, iştahlanan her türlü düşmanın eline düşmesi, insafına muhtaç kalması ne acı…
Fransa seçimlerinden ırkçılar galip çıktı, Almanya ve Avusturya’da aynı faşizan eğilim “geliyorum” diyor…
Rusların ters bir hamlesiyle Türk Dünyası sisler arasında kalıveriyor!
Bosna ve Balkanlar diken üzerinde, daima içimizi titretir hâlde.
Suriye, Irak…
Ülkemiz ve Antep gibi şehirlerimiz halkı indinde muhtaca kapı açmayanları tavsif güç iştir. Şu hâle bakın, mahzun, çaresiz, sefil hâlde yollarda sığınacak yer bulamayan milyonlar… Denizlerde boğulanlar, sınırlarda kurşunlananlar…
Düşmanda zerrece insaf yok!
“NATO Müslümanlar için çarpışmaz”, diyordu Genel Sekreter.
ABD başkan adayı iken Trump ne diyordu: Müslümanlar ülkeye alınmamalıymış!
Bir devletiniz yoksa millî varlığın, devlet orduya dayanmazsa da devletinizin devamı imkânsızlaşır.
Millî savunma konusu kimseye ihale edilemez. Esas itibarıyla ve ana unsurlarıyla MİLLÎ ve YERLİ olmak zorundadır.
Bizim, NATO merkezli “ittifak” konusunda hayli mübalağa ettiğimiz görüldü.
Müttefiklerimizin bizi sömürgeleri sanmaları, onların had bilmezliğine verilse dahi, bizi aklamaz!
Savunma konusunu her ülkenin kendi imkanlarıyla yürütmesi esas, ittifaklar ise “karşılıklı çıkar alanı içinde” geçerli olmak zorunda iken; bizim ordu kendi aslî görevinin DARBE YAPMAK, savunmamızın ise NATO’nun görevi olduğunu sandı!
Savunma Bakanımız, eski Genelkurmay Başkanı Sn. Org. Hulusi Akar’ın 15 Temmuz akabinde Yenikapı’da, ordumuzun “MİLLΔ ve “YERLİ”liğine dair konuşmasına bir “dönüm noktası” anlamı yükleyenlere, bu bağlamda hak vermemek mümkün mü?
Savunmanız yerli değilse, devletinizin varlığından bile şüphe edin!
Batılı dostlarımız(!) son yıllarda şoktalar!
Şokun bir sebebi, Türkiye’nin bir “kendi olma kararı” eşiğine geldiğini görmeleri, diğer bir sebebi mültecileri salıverme ihtimalinin egoist Avrupa’nın bölüşme bilmez kültürü sebebiyle korkunç sonuçlar verme ihtimali…
Hepsinin üzerindeki paniğin sebebiyse bir TÜRK-RUS ASKERÎ ANLAŞMASI ihtimali gibi görünüyor…
Yani NATO’yu Türkiye için anlamsız ve işlevsiz bırakacak bir hamle!

Daimî niyazımız devlet adamlarımızdaki feraset ve fetânetin en yüksek seviyede etkin olması…
İlk Vak’a-yı Hayriye’nin sonucu Batı’ya dönmek ve aslî askerî geleneğimizi terk ile sonuçlanmıştı. Mehterimize de o zaman 1826 da veda etmiştik!
İnşallah en kısa zamanda bugün %70’ler civarındaki yerli savunma gereçleri üretimimiz zirveye çıksın, kuvve-i askeriyemiz en üst kudrete ulaşsın, yaralar tez kapansın ve artık güvenliğimizi tamamen kendi imkanlarımızla sağlayalım…
İslâm’da “cehâlet”in zıddı, malumat toplamak, bilmek, görgü vs. değil; “şehâdet”tir!..
O sebeple bu “şehâdet” ile girilen “yol” açılmadan evvelki zamana “Câhiliye Dönemi” deniyor.

Tanrısız bir kişilik; önü ardı/başı sonu karanlık, bir hedef taşıyamayacağından anlamsız; gāyesi tamamen biyolojik sınırlara mahkûm, izafiyet zifirî bir boşluktan bir boşluğa salındığından değersizdir…
En acı hayat tarzı bu: Umutsuz bir kaosta ömür tüketmek.
Buna mukābil inananlarda hayatı anlamlı kılan bir Tanrı’nın yanında varlık iddiâsı abesle iştigal!.. Mutluluğun formülü hiçlikte, varlık hissinden arınmada, tevazuda, ferâgatta, vermekte, hizmette…

Yoksa Hakk’ın yanında bir başka varlık türü olsaydık, şehâdetten tevhid mi çıkardı?
Şâhit, O’na rağmen “var” olsa yolun ucu çok tanrılılığa, şirke bağlanırdı.
Şehâdet, bir “Nur ve Kudret Deryâsı”nda gaşy olmak, sesin soluğun kesilmesi, ilmin irfânın kemâli!
Bir de “ezber” var!
Ezber, tevhide dair de olsa, sahibini kaos ve karanlıkta uğuna kalmaktan alıkoyamıyor! Son asırların tecrübeleri ortada.
Ağlayan sesine gülme çeşnisi vererek, bulduğu eski şâhitlerden kalma ezber parçalarıyla, kederli kalbine rağmen etrafına çığırtkanlık etmek, kolay görünse bile, aslında ne trajedidir!
Gerçekte ne bildiğini bilir, ne bilmediğini bilir!
Kendini bilmez lâkin herkesi bilir!
Kendini bilmez, nasıl bilindiğini bilmez, bildiğini açmayı bilmez, yürüyen ansiklopedi gibidir!
Şehâdet tecrübesi bu kaotik karanlıkta tepeden tırnağa biliş kesilmek, içindekiyle dışındakini birbirine ulanık buluvermek… O sebeple tevhide atılan ilk adım o.

Yeniden tarihte ve coğrafyada “özne” olmaktan söz etmek prim yapıyor!
Tabiî, konuya kamuoyu talebi bulunduğuna işareti sebebiyle müspet bir hâl bu.
Ancak, özne olmak için önce kendini bilmek, sonra “kendisi olma iradesi” taşıma mecburiyeti var.
Biz, kendimiz miyiz?
Üzerimizde kırk yamalı bohçalara dönmüş, kat kat ideoloji ve kimlik gömlekleri dururken, yani başka akıllara tebaiyyet devam ederken bu mümkün mü?
Özne dediğiniz “öz”, tecrübesi bağlamında öznedir.
Öz’ü nedir bilmeyenden özne çıkar mı?
Toplumsal ortak kimliğin en temel yapıcı teorisini taşıyan Töre’den bîhaber, itikadının mana ve önemini hiç düşünmemiş, itikadın temelde bir “ontoloji” demek olduğuna akıl erdirmeyi denememiş, çok özel bir varlık tasavvuruna bağlı olarak kurulmuş bir medeniyetin çocuğu olduğunu unutmuş entelektüel zümresiyle “özne” olmak!..
Ontik kimliklerin boğuştuğu bir coğrafyada etnik kimlik kavgası yaptığını sananlarla hem de! Kaçımız o “öz tecrübe”yi tanıyor, o tecrübenin eseri olan ontolojiyle organik bütünlüğünü koruyan şehâdet tahtında fikirler üretebiliyoruz?
Kaçımız kararlarımızın, hayatımızı yönlendiren süreçlerin sahibiyiz ve sorumluluğunu yüklenmiş durumdayız?
Hep “köyün delisi”ni bekledik asırlardır, asıl derman olacak “söz”ü söylesin diye.
Tabii, “Akıllı, lafını deliye söyletir” formülü işledi asırlardır bu toplumda.
El’an da öyledir…
Önce tâbî olduğumuz kimlik kurucu-kişilik mahvedici tepeden inme akıllardan sıyrılmak, sonra delice sınavların sevkiyle fıtratımızın rağmına girdiğimiz mesleklerin ömür törpüsü mutsuzluklarından arınmalı değil miyiz?
Kendi kişiliğinde mesut olmadan, “mesleğinde süluk etmeden”, ürettiğine sahip çıkmak nasıl bir paradoksa eteğimizi kaptırdığımızı anlatmıyor mu?

Gelin artık kendimize dönelim. Kalem erbabımız bizim dünyamıza ünsiyet peyda etsin. Biz de en iyisi bir volkan şairimizin, Yavuz Bülent Bakiler’in ölümsüz mısralarına iltica edelim:
Bir bayrak dalgalanır Antep Kalesi üstünde
Alı kanımdaki al, akı alnımdaki ak
Bayraklar içinde en güzel bayrak
Düşüncem senden yanadır
Hep senden yanadır çektiğim kahır
Bu senin ülkende, senin gölgende
Düşmesin kara kalpaklar, kirlenmesin duvaklar
Korkum yok ölümden kâfirden yana
Alacaksa alsın beni şafaklar.
Hey, hey!
Yine de hey hey!
Al bayraklar altında kara bir kartal gibi
Yaşamak ne güzel şey.

Paylaş: