Dr. Öğr. Üyesi Yunus ERASLAN
(Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)

Ölümsüzlük, birçok din ve inanç sisteminde var olduğu gibi İslam’da da varlığı Kur’ân ve Hz. Peygamber’in hadislerinde çeşitli vesilelerle vurgulanan bir kavramdır. Bu bağlamda değişik inanç sistemlerinde iyi kişilerin geride bıraktıklarıyla bedenen ölseler de ruhen yaşadıklarına
inanılmıştır. Bu da bir manada ölümsüzlük olarak kabul edilmiştir. Sosyal ölümsüzlük de denilen bu teoriye göre kimi insanlar, kendilerinin ölümünden sonra geride başkalarına faydalı olacak eserler ve çalışmalar bırakmakla ölümsüz olacaklarına inanırlar. Buna göre insanın ölümsüz ruhu yoktur, fakat insanlığın gelişme ve ilerlemesine katkıda bulunan fiilleriyle ebedi yaşayabilir.

İslam’da ahiret inancının sonucu olarak, salih kişilerin ve güzel fiillerin ölümden sonra varlık ve etkisini devam ettirdiğine inanılır. Bunun en önemli örneklerinden birisi şüphesiz şehitlik kavramıdır. Kur’an-ın ifadesiyle Allah yolunda öldürülüp şehit olanlara ölüler denilmemesi gerektiği, zira onların yaşadıkları, Rableri tarafından rızıklandırıldıkları, sonsuz bir mutluluk içinde oldukları ve Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine olan büyük lütfu ve ihsânıyla sevindikleri vurgulamıştır. Fakat İslam bu meseleye yalnızca şehitler bağlamında bakmamıştır. Bedenen bu dünyadan ayrılmakla birlikte geride, bütün canlıların faydalandığı ve sürekliliği olan eserler bırakan şahsiyetler de bu anlamda bir ölümsüzlük elde etmiş kişilerdir. Özellikle arkasında kıyamete kadar insanların faydalandığı bir ilim bırakmış olmak bu bağlamda çok daha önemli olsa gerektir.

Sadaka-i câriye hadisi kapsamında kendisinden sonra insanlara faydalı bir
ilim bırakarak ölümsüzleşen âlimin üç özelliğinden bahsetmek mümkündür. Bunlardan birincisi irşad faaliyetleridir ki, bununla âlim kendisini ilim kitapları ve meclislerine hapsetmeyerek aynı zamanda halkla da diyaloğunu sürdürerek peygamber varisi olma yolunda ideal bir örnek olmuştur. İkincisi kendisinden sonra gerek kendisine gerekse talebelerine ulaşamayanlara fayda temin edecek ilmi eserler bırakarak, ilim yolunda zaman ve mekân sınırlarını aşmıştır. Dolayısıyla bu eserlerden faydalanan herkes için fikir ve görüşleriyle ölümsüzleşmiştir. Üçüncüsü ve en önemlisi ise diğer faaliyetlerine paralel olarak kendisi gibi örnek şahsiyetler yetiştirerek ilim yolunda sancağı daha ilerilere götürmektir. Üçüncüsünü diğer ikisinden daha önemli ve ayrıcalıklı kılan şey, ilim talebelerinin hocalarından ilim tahsil etmenin yanında kapsamlı bir eğitim sürecinde manevi olarak da kendilerini yetiştirmeleridir. Bu anlamda hoca, talebe için yalnızca bir öğretmen olmayıp, aynı zamanda manevi bir mürşittir de. Bu bağlamda menâkıb kitapları bu tarz âlimlerin ilimlerinin yanında, güzel ahlakları ve manevi mertebelerinden bahseden rivayetlerle doludur.

Kuşkusuz bu bahsettiklerimiz, tarihin derinliklerine gömülmüş ve türünün
son örneğini de tüketmiş bir ütopyadan ibaret değildir. Şanlı İslam ilim tarihinde bu şahsiyetler geçmişte var oldukları gibi yakın tarihimizde ve günümüzde de varlığını devam ettirmektedirler. Bu bağlamda Gaziantep özelinde konuşacak olursak, uzak tarihimizin bütün İslam camiasına mâl olmuş bir ismi olarak Bedrüddîn Aynî (ö. 855/1451) önemli bir isimdir. Zira o, İslam dünyasında Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en muteber kitap olarak kabul edilen Sahîh-i Buhâri’ye yazdığı Umdetü’l-kārî fî şerhi Sahîhi’l-Buârî adlı hacimli eseriyle ilim dünyasına ziyadesiyle katkı sağlamış ve yazdıklarıyla ölümsüzleşmiş Gaziantepli bir âlimdir. Bunun yanında çok yakın tarihimizin en güzide örneklerinden birisi de merhum Adil Özberk Hoca’mızdır. Hocamız yakın tarihimizin sancılı dönemlerinde Ebû Hanîfe örneğinde olduğu gibi irşad, telif ve talim çalışmalarıyla eserleri canlılığını koruyan yüce bir şahsiyet olarak gönüllerde hala yaşamaktadır. Bahsettiğimiz bu üç özellik bağlamında hocamızın hayatına kabaca bir baktığımızda geride nice ölümsüz eserler bırakarak, Gaziantep’in ölümsüz âlimleri arasına adını altın harflerle yazdırdığını görmek mümkündür.

Merhum hocamızın önemli faaliyetlerinden birisi şüphesiz zaman ve mekân sınırı tanımaksızın halkın her kesimine ulaşmaya çalıştığı irşad faaliyetleriydi. Bu anlamda o, tabir yerindeyse camide yatar camide kalkardı. Siyasetçisinden sanayicisine, esnafından memuruna kadar halkın her kesimiyle diyalog kurarak tebliğ ve irşad vazifesini yerini getirmiştir. Onun bu tebliğ ve irşad faaliyetleri sonucunda nice yolunu kaybetmiş, dalalete düşmüş ve günah batağında can çekişen insan hidayet nuruyla tanışmış ve hayatında kalıcı olarak tertemiz bir sayfa açmıştır. Bunun canlı
örnekleri arasında şüphesiz bu satırları okuyan nice insan vardır. Bu bağlamda onun değişik camilerdeki vaazları halka ulaşma yolunda önemli bir vasıta olmuştur. Bu amaçla Gaziantep’te birçok caminin yapımında hem madden hem de manen öncü olmuş bir isimdir o.

Hocamızın en kıymet verdiği çalışmalarından birisinin de talim faaliyetleri
olduğu muhakkaktır. Bu bağlamda o ilim meclislerine de vaaz kürsüsü kadar önem ve değer vermiş, talebelerine de bir öğretmen olmanın ötesinde manevi bir rehber olmuştur. Cami yapımlarına paralel bir şekilde yeni Kur’ân kurslarının inşası, ön ayak olduğu ilim faaliyetlerindendi. Nitekim Gaziantep’in hafız yetiştirmede bir markası haline gelen Hoşgör Kur’ân Kursunun temelinde onun çok emeğinin olduğunu herkes bilir. Onun talebe yetiştirmek için en çok mesai harcadığı yerlerden birisi de imam-hatip okullarıydı. Bu amaçla o, hem bu ilim yuvalarının inşasında
hem de eğitim faaliyetlerinde aktif rol almış ve uzun yıllar bu ilim yuvasına hizmet etmiştir. Bütün bunların yanında hocamızın bir de hususi olarak talebe yetiştirmeye yönelik faaliyetlerinden bahsetmek gerekir. İmam-hatip öğrencilerinden evleri taşrada olanlar için hem bir barınma imkânı hem de ilim yolunda kendini geliştirmek isteyenler için imkân ve fırsatların olduğu bu ilim yuvalarında modern medrese tarzında eğitimler verilerek; daha üst seviyede bir tahsil için bir hazırlık yapılırdı. Bununla da yetinmeyen hocamız, buralarda yetişen talebeleri gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında dünyanın saygın üniversitelerinde okutmak suretiyle yetişmelerine büyük katkı sağlamıştır. Buna göre rahmetli hocamızın talebe yetiştirmek için yaptığı hizmetler hiç de yadsınamayacak türdendir. Hocamızın zamanın
şartlarının gerektirdiği önceliklerden dolayı telif çalışmaları diğer iki halkaya göre zayıf kalmıştır denilebilir. Ancak Ebû Hanîfe’nin de birçok eserinin kendisinden sonra talebeleri tarafından bir araya getirilip gün yüzüne çıktığı düşünülürse, onun bu alanda bıraktığı boşluk ümidimiz odur ki, yine talebeleri tarafından doldurulacaktır. Dolayısıyla onda her kesime ulaşan irşad ve tebliğ çalışmaları, hem bir öğretmen hem de manevi bir rehber olarak talim faaliyetleri ve tarihe mâl olmuş bir çok âlimde olduğu gibi vakur duruşuyla Ebû Hanîfe duruşunu görmek mümkündür.

Kuşkusuz rahmetli hocamızın da bir âlimde buluna üç özelliğin yanında,
benzer hasletlere sahip olması da dikkat çekicidir. Bu bağlamda özellikle ifade etmek gerekir ki rahmetli hocamız tarafsız, vakur ve hasbî duruşuyla, hiçbir siyasi düşüncenin ve yapının, hiçbir cemaat ve sivil toplum örgütünün doğrudan bir parçası olmamıştır. O hasbî tavrıyla bütün bu oluşumlara tarafsız bir şekilde ve yalnızca ümmetin menfaati açısından bakmıştır. Dolayısıyla onu gerek halk gerekse talebeleri nazarında ölümsüzleştiren şey, bahse konu olan irşad ve talim faaliyetlerinden
daha çok bu hasbî, vakur ve tarafsız duruşa sahip güzel ahlakı ve kişiliği olsa gerektir. Bu vesileyle onu bir kere daha rahmet ve minnetle anıyoruz. Alimin ölümü alemin ölümü kabilinden, alemin yaşaması da alimin ölümsüzlüğü sayesindedir.

Vesselâm…

Paylaş: