Çocuk işten geldikten sonra babasına “Ustam yarın seni görmek istey” demiş. Adam, sabah erkenden tedirgin bir halde oğlunun şeertlik (çıraklık) yaptığı dükkâna gelmiş. Usta adamı buyur edip oturtmuş. Baba, “Hayırdır ustam, beni görmek istemişsin” deyince; usta, oğlanı dışarıya salıp adama dönmüş:
-Senin oğlan hırhız (hırsız) çıktı.
-Aman ağam o nasıl hanek (söz). Neyini çaldı?
Usta gülerek cevaplamış, “Zenaatimizi (sanatımızı) çaldı…”
Adam bu cevaptan sonra ne kadar rahatladı, ne kadar gurur duydu Allah bilir. Ancak çıraklık Antepli için her zaman önemli bir müessese olmuştur. Bugün şehrimizin sanayide de, ticarette de bu denli başarılı olmasının altında şeertliğin yani çekirdekten yetişmenin yattığına inanırım. Belki inanması zor ama çıraklık, Gaziantep ağzıyla ‘‘şeertlik’’ benim hayatımın da önemli noktalarından biri olmuştur. İnşallah şimdi de aynı şekilde de sürüyordur…
Gelelim benim hikâyeme;
Bizim çocukluğumuzda yani 40’lı 50’li yıllarda okullar kapandımı okul çağındaki tüm çocuklar bir ustanın yanında çıraklığa gider, okullar açılıncaya kadar da orada hem meslek öğrenir, hem de harçlıklarını çıkartırlardı.
İlkokulu evimizin bulunduğu Bey Mahallesi Hanefioğlu Sokağının hemen dibindeki Kayacık İlkokulu’nda okudum. 1. ve 2. sınıfın yaz tatillerinde babam bizi İstanbul’a dayımların yanına göndermişti. Ancak 3. sınıfı bitirdiğimiz yaz bizim İstanbul sefası sona erdi… Babam durumumu açık ve net olarak şu cümleyle ortaya koydu: “Artık yaz tatillerinde haytalık yok. Sen de herkesin çocuğu gibi şeertlik yapacaksın. Yaşar amcanla konuştum. Yarın sabah başlarsın”. Yaşar amcam yani Sarraf Yaşar Noyan o yıllarda Gaziantep’in sayılı kişilerinden biriydi. Tuz Hanı’nın girişinde kuyumcu dükkânı vardı.
Sabah erkenden dükkâna yollandım. Kuyumcu çırağı olup ne yapacaksın? İçeriyi sil süpür, vitrini sil, kapının önünü temizle, öğle yemeği için sipariş ver. Arada bir ustanın evine götürülecekleri sırtlan. Pek keyif aldığım söylenemez ama haftada iki buçuk lira, bayağı iyi geliyordu. En önemlisi de çalışınca hafta sonunda sahre yani piknik işi pek keyifli oluyordu. Zaten çıraklığa gitmesem sokakta benim yaşımda oynayacak pek kimse de yoktu. Hemen herkes iyi kötü bir yerde şeertlik yapıyordu…
Ertesi yıl yaptığım şeertlik işi ise hayatımın dönüm noktalarından biri oldu. Mübalağa etmiyorum eğer bugün bir parça elim kalem tutuyorsa bunu o yaz yaptığım çıraklığa borçluyum. Yıl 1954, Gaziantep’te benim bildiğim üç kitapçı vardı. Biri Maarif Kahvesi’nin hemen yan sokağının girişindeki minicik dükkânı ile Kitapçı Arif amca (Arif Güzelbey), diğeri sevgili kardeşim Çetin Akınal’ın evinin altındaki Maarif Kitapevi (Halkevi’nin tam karşısında), bir diğeri ise yine aynı yerde belki on adım mesafedeki Eğri Sokak’ın girişinde Dündar ağabeyin kitapçısı…
Babam o yaz Dündar ağabeyin kitapçısında çalışacağımı söylediğinde gerçekten de çok sevinmiştim. Üstelik beş lira haftalık alacaktım. Yani istediğim gibi bisiklet kiralayabilirdim. Orada da yapacağım işler benzerdi. Sil, süpür, ortalığı temizle. Ama Gaziantep’in korkunç yaz sıcağında özellikle de akşamüzerine kadar dükkândan içeriye giren olmuyordu. O günlerin en popüler yayınevi Varlık, yerli- yabancı tüm edebiyat eserlerini yayınlıyordu. Sabah ortalığı temizledikten sonra kitap okumaya başlıyordum. İlk tanıştığım yabancı yazar John Steinbeck oldu. ‘Fareler ve İnsanlar’ adı ilgimi çektiği için elime aldım. Ama öyle hoşuma gitti ki ardından ‘Ay Battı’ ve ‘İnci’ geldi. ‘Al Midilli’yi o yıl basılan ‘Uğurlu ( Tatlı ) Perşembe’ izledi. Steinbeck külliyatını devirirken adamın Pulitzer Ödülü sahibi olduğunun farkında bile değildim. Ama Nobel aldığında lise öğrencisiydim ve okuru olduğum için ciddi gurur duymuştum. Günler geçiyor, hemen her gün bir Varlık kitabını bitirmeden dükkânı terk etmiyordum. Yabancılardan Ernest Hemingway sonraki keşfim oldu, peşinden de yerli yabancı yazarlardan kim varsa.
Yaz tatilinin yarısına geldiğimde artık sıra şiir kitaplarına gelmişti. Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘Han Duvarları’nı şimdi bile biraz düşünsem “Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı…” diye başlar, tamamını ezbere okuyabilirim. Üstelik kitapları sadece okumakla kalmıyor, arkadaşlarıma da anlatıyordum. Onlar da birer ikişer kitap alıp okumaya başladılar. Hafta sonları sahrede top oynamaktan kan ter içinde kalıyor, sonra da bir köşeye oturup kitaplardan bahsediyor, şiir okuyorduk. Ersan Güven, Kazım Yanç, Oktay Özkan…
Kazım, bizden birkaç yaş büyüktü ve Mehmet Akif Ersoy’un ‘Çanakkale Şehitlerine’ şiirini ezbere okuyordu. Bu iş onu bizim gözümüzde bayağı yüceltmişti. Kısa bir süre sonra -sözlerinin bazılarını anlamasak da- biz de aynı şiiri ezbere okumaya başladık. Uzun etmeyeyim. Yaz bittiğinde neredeyse okumadığım kitap kalmamıştı. Okul başladığında ise benim çıraklık hikâyesinden en mutlu olan kişi öğretmenimiz Hasan Tecer oldu. Sınıf arkadaşlarım Ersan ve Oktay’ın da aynı kitapları okumuş olması keyfini daha da arttırdı.
Bugün memleketimde şeertlik müessesesi ne durumda bilmiyorum. Ama ben yaz tatilinde çıraklık yaptığım için kendimi çok ama çok şanslı hissediyorum…

Paylaş: