YAZIK OLDU BUNCA GÜZEL İNSANIN BULUNDUĞU, BİR ŞEHRİN BUNCA GÜZEL HATIRALARINA…

Aypedimiz, maypedimiz yoktu ammaaaa…
Misgilim bağlar bahçeler, bağlardaki kınalı, muhammediye, kabarcık, dökülgen, dımışkı üzümler; zerdaliler, payamlar, sumaklar, tiyek dibindeki kaplumbağalar, hayir ağaçları, lastik küleklerle su çekilen bağ kuyuları vardı. Bağlarda elektriğin olmadığı gecelerde uluyan itler, gündüz güneşten yanan yüzünün sızım sızım sızladığı uykular… Dizlerinde, dirseklerinde bitmeyen yaralar olurdu. Nurgana’da erik zamanı naylon arabayla erkenden sahreye gidilir, çalı çırpıyla pişirilip güle oynaya yaz dolması yenir, Kalaylı Pınar’dan su içilir, cevizin altına yanbey gelinirdi.

Haraflar ve pırıl pırıl Alleben’de yüzme öğrenen çocuklar, beyaz yüzlü taştan evler… Sabah ötüşen serçelerin sesi, hayatlı, arişli, ekinlikli evleri vardı. Ekinlikte akasya, lökkiye, bal çiçeği ve gül; kapaklı tağı önlerinde filiksiye yaprağı vardı.

Yaz günü uzaktan, sinemalardan gelen, “Cuvv, cuvv… Aah” sesleri…
Filim eyiyse yazlık sinemanın afişinin üstüne tenekeye yazılmış “hiç yer yoktur” yazısı asılır. Karaborsacılar “vaar, vaar numaralı yer vaar” diye ufaktan seslenirdi.

Balcan, biber, kabak, hıyar, mevsiminde çıkar, ısırdığında kokusu evi saran hıyarlar, kesince burçak burçak kokan domatesler olurdu. Turfanda denilen bir şey vardı. Yeni çıkan bir meyveyi mevsiminde ilk yerken “eski aağza teze meyva” denirdi. Sulanmış ev ekmeğinin kokusu, yazın günü “hayat”ta dolma dürümü.

Kavaklığa nişanlı sahresine, yazlık sinemaya gidilir, arada portalin içilir ama nişanlı kızla oğlan hiç yan yana gelemezdi. Demirli ganeye mum yakılır, pişirici başında bez yunurdu. Mahalle uşakları gündüz, sokakta deerme ye mum tutturur, çember cevirir, saklambaç, hör, geceleri gak gak oynarlar, “mere”leri “hör”leri, ceplerinde cıncıklı gülleleri olurdu. Boyacı Camısının minaresinin dibinde “caşar-caşmaz” oynanırdı. Dööşür filandı amma “mahalle uşakları” biribirlerini yeen tutarlardı. Kızlar ip atlar, hakeke oynar, evlerde peçiç oynanırdı. Kergahlarda nakış işlenir, nevse evinin kapısı taşlanır, çıkana “taman gelininiz oğlan doormuş, bize de şeker verseneez” denirdi.

Coğrafya oyununda genel kültürümüzü arttırır, artisleri, şehirleri, eşyaları bulurduk.
Portakalın tepesine, gazozun kapağına çiviyle delik delinir. Oradan somura, somura içilirdi.
Kağıttan tuzdanlık, telden araba, deynekten kılıç, küsbeden sıçan, şeker kamışından şak şahı yapılır.
Ahmediye’den fal bakılır, hasta olana kurşun dökülür, doğum günleri Ahmediye’nin sayfalarına yazılır, Sümerbank’tan basma alınırdı.
Pazar yerinde destancılar destan satar, mahallemizin avradları hep birlikte şaare dökerken bir çocuğa defalarca okutturur hep birlikte anaları ölmüş gibi ağlarlardı.

Hamama natırayla gidilir, mezere sarınır, balıklı tasla su dökünür, meşefeyle kurulanır, ellerimiz “garicik” olana kadar yunur, arada maş piybazı, pertuhul yerdik. Çoluğu çocuğu gündüz hamama giden herifler; akşam yemeğine çarşıdan soğan kebabı, söörmeli lahmacun ettirirdi.
Sütcü Hacı Gümbürdek, eşşeenen süt satar, kilci hamamların önünde kil satar, kilcinin eşşeenin “gadiimi” yüzü sallanırdı. Eski Hamamın önünde hıra bir herif, koyun kırkar, kebabcı Sadık’ın “tike” kebabı gözel olurdu.
Kırkayak’ta ikindi sazına kravatlı, ceketli, ütülü pantolonla “maaile” gidilirdi. Efendi gibi yemek yenir, fasıllar çalınır, turizm parkına Şükran Ay, Neşet Ertaş, Yıldız Tezcan gelirdi.

Komşumuz Bakırcı Durdu’nun arhaz kızıyla oturup dedikodu yapabilen mahalle kızları, haznanın anaktarını boy köyneğinin cebinde saklayan duvar aşılımız Hıra Zeliha, Pantazıya Nurugilin sehlik oğlu Mööddün, Suvakcı Seksek Mıstafa vardı. Eşşeenen zibil toplayan Zibilci Kara mahallenin alt başından giridiğinde; herkes Almanya’ya çalışmaya gidip de kendi seçilemediği için “eller getti biz kaldddık” diye nara atar, bunu duyan mahalleli “Hah, zibilci geldi diye “zibil kabını kapıya çıkartırdı.
Tuzlucacı Zengin “Doktor Abdulkadir de yiy bunnaaan, dohuza galma, sekizde gel deeey” diyerek tuzluca satardı.

Kahvelerde Hakiyeci İbo, Arasa’da Attar Gani, Elmacı pazarında Pendirci Morey yanında Ekmekci Nevres, camide İmam Höddübüz Hoca, sokakta Fırfırıcı Memik, “İngiliz innelerii, yayla sakızlarıı” diye boynuna astığı tablada öteberi satan uzun boylu kör bir adam; herkes biribirini tanır, bilirdi. Çarşıda herkes biribirine selam verirdi. Tevekkülü hırsından fazlaydı onların.

“Bee ben bilmem bacım” deyip de Çalgıcı Cudiye’den “Ben de yandım elizilliye” isteyen, sonra da çirtikliye çirtikliye ortada oynayan, mahallemizin kızları, düğün okuyucusu Tuluk Meyrem, “Herkes çıkınını açsııın, olanlar olamayanlara versiiin” diye düğün arasında mola veren Cümbüşcü Adil.
Okuldan geldiğimizde moraran elimizi tuttuğumuz, içine su geçen ayakkabılarımızdan çıkan çoraplarımızı kuruttuğumuz sobalarımız vardı. Komşusu aç yatarken kendisi tok yatmayan büyüklerimiz, bir yemek yaptığında “yeri oğlum, şunu Aşe bacıgile, şunu Fatma bacıgile ver de gel” diyen, ramazanda mahalle fukaralarına çit, çember arşınlayıp, herkesin ne giyeceğini, ne ihtiyacı olduğunu bilen, “Fattımın kızı Möhterem yeee doordu, şu kahke bezini uşaana bez etsin” diye salan hayırseverlerimiz vardı. Zenginin fakirin mahallesi ayrı değildi. Aynı dehlizde birlikte yaşar olanlar olmayana verir. Biribirlerine saygı duyar. Ölüsünde, dirisinde bir olurlardı. Otuz uvak lahmacun yaptırılırsa, üstüne de beş-on ekmek alınır, lahmacun ekmeğin içine dürüm edilirdi. Paklava her zaman yenilemez, gelen misafire sinide, bastık, üzüm, sucuk, hayir, fıstık ile fekke düzülürdü.

Ayağında iş tumanı; ekmek eden, don yuyan, şire eden, damlara bastık seren, eliyle nişe çıkaran, boklu bezlerimizi zemhari gününde sobanın üstünde ılıttığı suda yuyan; durup dinlenmeden dünyanın işini kendi bitirecekmiş gibi çalışan analarımız vardı.

Bayramda seyranda, el öpmede filan “ayansı” geyinir, sair günlerde evin işcisi olurlardı. Cahallara “temşiyet “verir, hısımı akrabayı sayar, gider gelirlerdi.

Yazın yanılır yazlıkta yatılır, kışın ıbıbık çalınır, tandırda yatılır, mevsimi mevsim gibi yaşardık. Yazlıkta yıldızları seyreder, sinema, pavyon, elektrik fabrikasının sesleriyle “nennilenir”dik.

Tandır başında hakiyeden anlatılır, melengiçle kırık leblebi yenirdi. Düşümüzde “caazi garileri” görür, padişahın kızına üzülürdük.

Pekmezi yoğurda katar “fakıbeyni”, ekmeğe salça sürer öğün yapılırdı.
Paklava kırığıynan dürüm edilir, dondurmacılarda ekmek bulunur, yazın dondurma ekmeğe katık edilirdi.
Pöçleri battığında, Çekici Faddım’a çektirir, korktuklarında damaklarını kaldırırdı.
Kışın günü topaç eritmesi, soba kapağının içine şişle uzatılıp pişirilen cızır cızır et sucuğu…
Haveydili küfde, topaçlı simidaşı, radyoda arkası yarınlar…
Beyti yağlı, küncülü, ördekli-kazlı, gelinli- kızlı kahke satan kahgeciler vardı.
Kış ağzı evlere “zad zahre” alınır, evin tabanına “berdi “hasırın üstüne kürt halısı açılırdı. Orta yere odun sobası, dar göze tandır kurulur, yataklar, yorgan gece açılır, sabah toplanırdı. Eşiklikte satılın içinde kalaylı tasla su dururdu.
İnsanların aypedleri, maypedleri yoktu ama yüzleri güleçti. Ağzı böök olan alenen ayıplanırdı.
Öyle her şeyi beğenmezlik etmez, Allah’ın verdiğine şükür edilirdi.
Yazık oldu bunca güzel insanın bulunduğu, bir şehrin bunca güzel hatıralarına…

Paylaş: